Geçtiğimiz ayda No Way Home’da tekrar Spider-Man olarak görüşümüzden sonra gündemden düşmemesi, yıl sonuna doğru başrolünü üstlendiği Tick Tick Boom müzikali ile ses getirmesi ve bütün bunların yanında müzikal/komedi kategorisinde En İyi Erkek Oyuncu Golden Globe ödülünü alması ile birlikte, gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Andrew Garfield ’in oyunculuğu şaka değil! Bu denli sıklıkla karşımıza çıkan, sosyal medya platformlarında defalarca kez paylaşılıp bıkıldıktan sonra yine aynı insanlar tarafından “tamam övdük ettik ama bu kadar da değil, overrated!” denilmeye başlanan yüzlerce oyuncu, şarkıcı ve hatta herhangi bir alanın ünlüsüne şahit olmuşsunuzdur. Şu an hayranlığımı çok mu belli ediyorum pek emin değilim (yani adam hakkında yazı yazdığım düşünülünce anlamalısınız aslında) ancak şahsi fikrime göre Andrew Garfield bu tarz bir ilgiyi ya da bu denlisini bir kenara bırakıyorum fark edilmeyi bile uzun zamandır hak eden bir isimdi.
O bizim akıllarımızda her zaman “Sony’nın gerekli şansı vermediği Spider-Man” veya “Zaten gerekli şansı olsa da pek bir işe yaramayan Spider-man” tarzı söylemlerle Peter Parker rolüyle kalmış olsa da, Garfield aslında oldukça yoğun bir filmografiye sahip ve çeşitli birçok rolü üstlenmiş bir isim. Onu, biyografik bir müzikal filmi olan Tick Tick Boom’da Jonathan Larson olarak, Hacksaw Ridge’de Amerikali bir savaş doktoru Desmond Doss olarak, The Social Network’de Eduardo Saverin olarak, Mainstream filminde No One Special olarak izliyoruz ve bunca örneğime rağmen onun hayat verdiği roller bitmiyor. Böyle kalabalık bir filmografiye, rollerin farklılığı ve zorluğuna rağmen şu ana dek bu denli patlamamış olmaması dünyanın en güzel olayı değil ancak geç olsun güç olmasın diyerek iki paragrafın sonunda buna yakınmayı bırakıyor ve Andrew’u anlatmaya başlıyorum.

Garfield, şimdiki gibi patlamamış olsa da hayranlar arasında Spider-Man olarak, Harry Potter’ın Çapulcular kadrosuna yapılan fan-cast ile Remus Lupin’in gençliğine uydurulmuş olmasıyla zaten popüler bir isimdi. Sony ile yaşadıkları, Emma Stone ile olan ilişkisi veya diğer filmleri ile zaman zaman gündeme gelmekteydi. Peki onu bu noktaya getiren ne oldu?
No Way Home’da izlediğimiz Tobey Maguire ve Andrew Garfield geri dönüşleri tüm hayranları duygulandırmış, hepimizi yükselten sahneler olmuştu. Bununla birlikte gelen yarım kalmışlık hissiyatı (ve tabii bir dolu fan service etkisi) ile “The Amazing Spider-Man 3 istiyoruz!” furyası başladı. Çünkü az önce de belirttiğim gibi Amazing Spider-Man serisi, seven sevmeyen birçok insana yarım kalmış hissi veren bir seriydi. İki film olacağı düşünülerek başlanmamıştı. Eh ayrıca 2.filmin, bu filmde olanlardan sonra Peter’a ve Spider-Man’e neler olacağı sorularına cevap vermemesi gibi sebepler yüzünden izlerken bu serinin pek de tamamlanmadığını anlamıştık Ancak Sony, buna ve kendisinin bütün Spider-Man evreni planlarına rağmen yeni bir Spider-Man filmi çekmek istemeyerek seriyi tamamlamadı. Zaten zayıf bir senaryosu ve kurgusu olduğu söyleniyordu.
Bunun ardından da Spider-Man’i yıllar sonra Marvel Cinematic Universe’de izledik. Burada küçük bir açıklama yapmak istiyorum, söylediklerim Andrew’ün en iyi Peter veya en iyi Spider-Man olması hakkında değil, genel olarak yaşananların izleyiciye ve hatta oyuncu kadrosuna nasıl hissettirdiği hakkında çünkü Andrew Garfield’in dahi Spider-Man’i oynamayı çok sevdiğini, Sony’nin devam etmek istemeyişinin onu çok kırdığını belirttiği röportajları var. Bunun yanında, bir film yıldızı olmak elbette zordur ancak bir süper kahramanı canlandırmak… Kitlenin çok büyük olması, bu kitlenin çok büyük bir beklentisi olması ve bu beklentilerin top top çizgi romanlara dayanması, sürekli karşılaştırılabilecek bir başka şeyin olması oldukça zor, aldığı tepkiler de Andrew Garfield’i hayli yormuştu. İnsanlar farklı bir Peter görmek istiyor, Tobey Maguire’ın başrolünü üstlendiği, Sam Raimi’nin Spider-Man üçlemesinin çıkardığı zirve ardından ondan çok daha fazlasını bekliyorlardı. Benim fikrimi soracak olursanız, Andrew’in Peter’ı izlediğim en kaotik ve samimi sahneleri sebebiyle en içten Peter’dı, Spider-Man’i ise oyunculuğu ve görsel efektleriyle muhteşemdi. Uzun lafın kısası, Garfield’in Spider-Man’i hakkında şöyle diyebilirim; eleştiri kabul edebilirim ancak hepsine cevap verebilirim.

Hepimizin Spider-Man yönünü iyi bildiğini düşünerek onun farklı yönlerine değinmeyi de isterim. Çünkü yazımın girişinde de belirttiğim gibi, aslında oldukça yoğun bir filmografiye sahip, çok yönlü bir oyuncu. Tick Tick Boom’u henüz izlemediyseniz, kesinlikle sizlere önerebileceğim bir film. Şahsen, konu olarak kendini işine adamış ve çevresindekileri ikinci plana atmış Scarface-vari filmlere pek yükselmesem de, en nihayetinde bu bir biyografi filmi ve soundtracki, oyuncu kadrosunun yeteneği ve Garfield’in başrolüyle kendini izletebilen bir film. Telefonumu elime aldığım sahneleri olmuştu ancak bittiğinde “İyi ki izledim.” de diyebildim. Andrew de Jonathan’ı canlandırmaktan keyif almış olacak ki, farklı farklı müzikallerde oynamayı istediğini söylemiş. Bence gayet iyi de söylemiş çünkü filmde karakterin yaşadığı buhranı ve stresi, olan biteni anlatırken seyirciyle bütünleşmesi ve müzikal kısımlarında yeteneğini konuşturduğunu gerçekten görebiliyorsunuz.
Mainstream filminde karşımıza gizemli bir karakteri olan Link ile çıkıyor, onu gördüğümüz ilk andan tutun, fenomen olup ün kazandıklarında iyice kendini kaybetmesi ile birlikte saçmalaşan hareketlerini izlediğimiz bu film, oyunculuğu ve sahneleri açısından beni biraz şaşırtmıştı. Çünkü film başladığında Garfield’in sahnede tuvaletini yapıp sonra dışkısını elinde sallayacağı bi sahneyi izlemeyi hiç beklemiyordum, bu arada evet bu görüntüye rağmen hala onu çok seviyorum.
Facebook’un kuruluşunu anlatan The Social Network’te de, Jesse Eisenberg ve Justin Timberlake gibi isimlerle birlikte mükemmel bir iş ortaya koyuyor. Garfield bu filmde, Faceboook’un ortaklarından biri olan Eduardo Saverin olarak karşımıza çıkıyor ve izlediğim en karizmatik rollerinden biri olmalı. Her şeye hayranlık gösterip, yalnızca sevdiğim için övmekten oldukça çekinirim ama Eduardo’nın adeta sinir krizi geçirip Mike’ın üstüne yürüdüğü sahnede gerçekten iyi iş çıkarmıştı. Film genel olarak oyuncuların hakkını verdiği ve güzel işlenmiş bir filmdi , öyle ki Quentin Tarantino’nun favorisi olmasına şaşmalı.
Breathe, Never Let Me Go gibi dram ve romantik filmlerde karşımıza çıkan Garfield, buradaki rolleriyle onun yalnızca bir süper kahramandan ibaret olmadığını çok güzel kanıtlıyor. Breathe filminde çocuk felci geçirip yatalak hale gelmiş birisini canlandırırken, Never Let Me Go ile bilim kurguya da ayak uydurabildiğini görüyoruz.
Bu kadar fazla film örneği verme sebebim, bir oyuncunun çok yönlü olmasını oldukça önemli bulmam ve Garfield’in bu özelliğini pek fazla kişinin fark etmemiş olması. Belki yukarıda saydığım filmler her oyuncunun altından kalkabileceği işlerdir veya bir oyuncunun zaten bunların altından kalkabilmesi gerekiyordur, buna karşı bir sözüm yok ancak Andrew Garfield’in bunu yapabildiğini söylemekte de bir sakınca görmüyorum. Tüm bu filmografiyi doldururken yukarıda değinmiş olduğum Spider-Man buhranı, Amazing Spider-Man serisi setinde tanışıp uzun bir ilişki yürüttüğü Emma Stone ile ayrılmasından etkilenmesi ile de sıklıkla gündeme gelse de önemli olan onun bunlarla başa çıkıp ortaya koyabildiği işlerdi ve bu yüzden onları anlattım!
2021’de ortaya koyduğu işlerle sıklıkla karşımıza çıktıktan sonra, yeni bir HBO dizisi olan Brideshead Revisited’ta Cate Blanchett, Joe Alwyn, Rooney Mara gibi isimlerle yine kendini izletecek gibi görünüyor, onu izlediğimizde tekrar buluşalım.