The Acolyte dizisi dün yayınlandı ve Star Wars evreni içerisinde High Republic adı verilen döneme bizi götürdü. Disney’in 2015’te Star Wars’u diriltmesinin ardından uzun zamandır Star Wars dizileri yayınlanıyordu ve bu diziler tamamıyla filmlerin civarında ve gölgesinde kalıyorlardı. The Mandalorian, Andor, Kenobi ve Ahsoka dizileri epey filmlerle, olaylarıyla ve karakterleriyle doğal olarak bağlantılıydı.
The Acolyte ise seriye yeni bir soluk getiriyor ve bizi Bölüm I’den bir yüzyıl öncesine götürüyor. Savaşın olmadığı ancak suların kaynadığı bir dönemdeyiz. Birkaç senedir bu dönemde geçen romanlar yayınlanmış ve diziye bir bakıma bir zemin hazırlanmıştı. Jedi Tarikatı güçlü bir döneminde, galakside adları duyuluyor ve galaksiye barış hakim. Aslında Bölüm I’in tam başındaki ortamdan çok da farklı değil. Bir Jedi görmenin, adını işitmenin etkilerinin benzer olduğu bir dönemdeyiz.

Andor’u bir kenara ayırarak maalesef ki diğer Star Wars live-action dizilerinin çok büyük bir hayranı olduğumu söyleyemeyeceğim. Mandalorian güzel başlayan ancak kabak tadı veren bir dizi olarak dikkatleri çekti. Oraya buraya sıkıştırlan tanıdık karakterler, alakasız şekilde fırlayan cameolar ve bir şekilde galaksideki büyük resme bağlanan olaylar yüzünden izlenmesi güç serilere dönüştü. Kenobi dizisinden bahsetmek bile istemiyorum, o derece beğenmedim. Ahsoka’ya gelecek olursak, Rebels animasyon dizisinin de maalesef ki hiçbir zaman hayranı olmadım ve Ahsoka çok da gizlemeden animasyon dizisinin yeni sezonu gibi davranmaktan çekinmiyor. Marvel’ın hatasına düşüyorlar aslında. “Bunu izlemeden bunu anlayamazsın, şunu izlemeden bunu bilemezsin, bak şu karakter ilk burada gözüküyor…” liste daha uzar. Bu sebeple Dave Filoni’nin güdümünde ilerleyen Star Wars’u beğenmiyorum ve bazı güzel bölümler/olaylar/karakterler işin içine girse de evrene çok büyük bir katkı yaptıklarını da düşünmüyorum çünkü olaylar zaten bir noktada gelip hayal kırıklığıyla bizi Star Wars’a küstüren Rise of Skywalker isimli rezaletle sonuca bağlanan üçlemeye getirecek lafı. Böyle olunca, eski Genişletilmiş Evren’in sevilen karakteri Thrawn gelmiş gelmemiş çok da umursayamıyorum açıkçası.
The Acolyte ise en azından bu cameo çöplüğünden bizi kurtarmış vaziyette. Star Wars filmlerini izlemiş olmak yeterli (dizilere bakmak için bu biraz gereklilik maalesef ama o kadarı da olsun) ve yeni karakterler ile tanışıyoruz, tamamen kendi kurgusuna ve Star Wars’un yarattığı hali hazırdaki temellere dayanıyor: Jedi Tarikatı’na.
Çok spoiler vermeden bir şeyler söylemek istiyorum. Dizinin kusurları var elbet ama güzel bir keyif seyri sunuyor. Şimdilik sırtını ilginç bir şekilde bazı klişelere dayamış vaziyette ama izlencesi keyifli yeni karakterler tanıtıyor bize. Bu klişeye dayanması sadece hikayeyi harekete geçiren o fünye olarak karşımıza çıkıyor ve hikayenin bel kemiğini o klişeye dayamıyorlar.
Spoiler vermeden konuyu özetleyelim: Birkaç Jedi’dan nefret eden ve onları öldürmeye yemin etmiş bir acolyte (yani öğrenci/mürit) olayların merkezinde. Sol isimli bir Jedi Üstadı, Yord isimli bir Jedi Şövalyesi ve Jecki isimli bir padawan bu olayların içine çekiliyorlar ve gizemli müridin gizemli ustasını arıyorlar. Bu gizemli usta bir Sith midir, eski bir Jedi mıdır, henüz bunu bilmiyoruz.
Sol, fazlasıyla Kenobi ve Qui-Gon gibi Jediların havasını veriyor ve aslında klasik bir Jedi profilini çiziyor. İki bölümlük prömiyerde bir kez bile ışın kılıcını açmadı. Hassas, şefkatli, bilge ve güçlü bir Jedi şu anlık. Yord daha genç ve yeni şövalye olmuş, daha atik, sabırsız ve aslında Clone Wars dönemi klasik Jedilarını yansıtıyor. Silaha elini atmaya daha meyilli ve Tarikat’taki yozlaşmanın emarelerini göstermek ya da sadece toy bir şövalyeyi resmetmek için kullanılmış. Jeckie akıllı ve gelecek vadeden bir öğrenci, anladığım kadarıyla hikayede daha büyük rol oynayacak.
İki bölümü art arda koyarak rahatça izlediğim bir dizi oldu Acolyte ve izlerken de keyif aldım. Akıcı bir dizi şu anlık ve en çok beğendiğim kısım kesinlikle dövüşler oldu. Daha bismillah noktasında ışın kılıçlı kötü adamlar olmadığı için daha yakın dövüş sanatları ile gözleri doyuran sahneler izledik. Jedi avlayan karakterimizin henüz ışın kılıcı kullanmadığını zaten fragmanda görme şansınız olmuştur. Karşısına çıkan Jedilar da genelde son ana kadar kılıçlarını açmayı tercih etmediler ve gerçek bir tehdit olmadığı sürece ölümcül ışın kılıçlarına davranmadılar. Bu yüzden dövüşler daha fiziksel ve yakın dövüş sanatlarıyla donatılmış bir şekilde bize sunuldu. Jedilar genelde kendilerinden emin, Güç’e kendilerini teslim etmiş, anı yaşayan ve neredeyse hatasız şekilde kendilerini savunup düşmanı etkisiz hale getirmeye çalışan kişiler olarak bize sunuldular. Bu sunumu ve buradaki sessiz anlatımı sevdim açıkçası. Aktif şekilde kendisinden güçsüz rakiplere karşı bir Jedi’ın nasıl üstün olduğunu görmek ve bir Jedi avcısının bu üstünlüğe karşı çok farklı hareketler ve stratejiler geliştirmesi keyifliydi. Jediların kendinden emin tavırları, hamleleri karşılama biçimleri ve silahlarına uzanmamaları güzel dokunuşlardı bence.
Şimdi spoiler verdiğimiz kısma geçiyoruz, eğer izlemediyseniz, The Acolyte iki bölümüyle sizleri bekliyor. Her hafta aynı gün yeni bölümüyle karşımızda olacak.

Hikayenin dayandığı birkaç klasik olay var: İlki tarikattan ayrılmış eski öğrenci ve ikisi de Güç’e hassas olan ikizler. Hikayenin başında Jedi avcımız bir Jedi Üstadı’nı öldürmeyi başarıyor ve Jedilar hızlıca bu katilin Osha isimli eski Jedi padawanı olduğu kanısına varıyorlar. Halbuki Osha katil değilmiş, aslında her şeyi Mae isimli ikizi yapmış. Acolyte aslında Mae imiş yani.
Bu kısmın çok hoşuma gittiğini söyleyemeyeceğim ancak en azından bunu hikayenin başında işleyip bu iki kız kardeşin birbirini öldü bilmesiyle pekiştiriyorlar. Anlaşılan Acolyte Mae kız kardeşinin intikamını almaya ve Osha’nın Jedi Tarikatı’na katıldığı olayda görevli olan dört Jedi Üstadı’nı öldürmeye yemin etmiş. Bu Jedi Üstadlarından biri de Sol isimli başkarakterimiz. Şu ana kadar büyük oranda Mae’i kovalayarak geçti dakikalar ve Sol onunla yüzleştiğinde açık bir üstünlük kurdu ışın kılıcını dahi açmadan. Mae’in kaçtığı sahnenin çok ucuz gelmesi dışında karakter dinamiklerini, Sol’un karakterini, Jecki’nin potansiyelini ve gizemli üstadın kim olduğu gibi gizemleri beğendim.
Hikayenin cameolara, zaten bilinen karakterlere ve uzun zamandır işlenen plotlara bağlanması yerine, daha Star Wars hissettiren Light Side vs. Dark Side gibi temellere çekilmesi ve buradan dönemin kendisine özgü bir plot yaratılması daha çok hoşuma gitti. Kötülüğün gizlencede olduğu, sinsi hareket etmek zorunda kaldığı, Jedi yozlaşmasının yavaştan görüldüğü bu dönem en azından şu anlık Skywalker Saga’dan bıkan herkes için keyifli bir deneyim sunar diye düşünüyorum. Sırf dövüşlere kattıkları o farklı tat bile en azından Star Wars severler için tatmin edici olacaktır diye düşünüyorum. Hoş, gizemli üstadın bir kırmızı ışın kılıcı taşıyıcısı olması bizi yine ciddi ve tahminen epik bir ışın kılıcı düellosuna doğru götürüyor gibi gözüküyor. Ahsoka’daki gibi dövüşler yerine umarım daha profesyonel ve güçlü karakterlerin dövüşü olmasıyla bizi tatmin eden bir yere gider diye umuyorum.
Dizinin kusurları yok değil. Bazı sahneler az sonra neler olacağını çok belli ediyor ve elimi on saniye ileri sarmaktan alıkoyamadığım yerler oldu. Bazı diyaloglar ve bunlardaki üslubu, seyirciye geçişi gibi konularda ufak bir amatörlük seziliyordu ilk bölümlerde. Özellikle açılış sahnesinde Mae’in Jedi’ın karşısında durup saldır bana deme sahnesinde bir miktar cringe geçirdiğimi söylemeden edemeyeceğim.
Yine de Acolyte dizisine bir şans vermenizi öneririm. En azından Sol ve Jeckie yeterince samimi ve Jedi gibi hissettiren karakterler. Umarım yeni bölümlerde tekrar görüşürüz!