Bazı filmler vardır ya günlerce üstüne düşünürsünüz, sahneleri tekrar tekrar izleyip eskitirsiniz, aklınızdan çıkmazlar ve sizde bir değişime yol açasıya kadar asla vazgeçmezler. İşte All of Us Strangers, bende tam da bu etkiye yol açtı. Filmi düşünmeden duramıyorum ve açıkçası durmak da istemiyorum.
Gerçekten üzgünüm, üzgün hissediyorum. Her ne kadar beni üzen filmler daha önce olduysa da bu film beni sadece üzmekle kalmadı; beni sarstı, çok derinden yaraladı. Hiç anlamadığım, farkında olmadığım travmaların açığa çıkmasına neden oldu. Ve inanın ki bunları yazarken beni derinden etkileyenin ne olduğunu hala çözebilmiş değilim. Belki de tam da bu yüzden yazmak istiyorum. Göğsümde öbekleşen bu düğümü çözmek istiyorum ve bunu yapmanın en iyi yolu da yazmak.
Bundan sonrası spoiler içeriyor, o yüzden filmi izlemek gibi bir düşünceniz varsa (ki mutlaka olsun) lütfen izleyin, sonra gelin birlikte dertleşelim.

Film, Adam (Andrew Scott) isimli senarist başkarakterimizi ve onun Londra’nın ücra köşesindeki yalnız hayatını sahneleyerek başlıyor. Sonrasında ise kapısı Harry (Paul Mescal) tarafından çalınıyor. Elinde bir şişe kaliteli Japon içkisi ile yarı sarhoş bir şekilde Adam’la garip flörtünden sonra, Harry’nin içeri girme teklifi başkarakterimiz tarafından reddediliyor. Bundan sonra ise bizi hafiften delirmeye iten, sürekli ne olduğunu anlamak için tetikte olmamıza neden olacak olaylar silsilesi başlıyor. Adam, çocukluk evini ziyaret etmesiyle 30 yıl önce trafik kazasında ölmüş anne babasını öldükleri andaki gibi canlı buluveriyor ve biz izleyiciler olarak onun ailesine eşcinsel olduğunu açıklamasını ve onlarla arayı kapatmasını izliyoruz. Bir yandan da Harry ile olan ilişkisinin gelişmesini görüyoruz.
Bizim film boyunca ağlamamıza sebep olan oğul-anne, oğul-baba diyaloglarından sonra ise son bir darbeyi büyük bir “twist” ile bize atıyor yönetmen/prodüktör Andrew Haigh: İlk defa Harry’nin apartman dairesine giden Adam, Harry’nin ölü bedenini buluyor. Kapısına getirdiği Japon içkisi bitmiş halde, aynı kıyafetlerle ve uzun süredir çürümekte olan bedeninden yola çıkıldığında anlıyoruz ki Harry aslında çoktandır ölü. İzlediğimiz ilişki ise Adam’ın annesi ve babasıyla yaşadığı hayali, paranormal ya da senaryo ilişki ile aynı.
İşte bu an, beni yenen, belki de içimdeki düğümü atan son an oldu. Ölü bedeninin yattığı odadan çıktıktan sonra karşılaştığı Harry’nin “O gün çok korkmuştum” deyişi, “Neden kimse beni uzun zamandır bulmadı?” diye soruşu, o çaresizlik beni temelimden sarstı. Belki de ilk defa “ölsem cesedimi çürüyesiye kadar kimse bulmaz” diye dert yanan dedemin yalnızlık hissini ve endişelerini bu kadar içten anladım. İlk defa kendi yalnızlığımın fiziksel sonuçlarıyla yüzleştim. Ve afaki sonrası, bitmemişlikler, söylenmemişlikler, pişmanlıklar, son bir defalar ve keşkeler beni sarmaladı.

İstanbul’da yaşamayı sevdim uzun süre sonra, seslerin varlığı beni sürekli yaralarken anladım ki seslerin yokluğundan çok daha iyiyi bir senaryoydu bu. İlk defa karşı sokakta gece üçe kadar açık olan kıraathanenin varlığına şükrettim. Beni yalnız bırakmayan her ses, her ışık; ne kadar sinir bozucu da olsa, sevmesem de benim için bir yanıyla da lütuftu. O an Harry ile çok daha büyük bir bağ kurdum; sessizlik ve yalnızlık ile ilgili düşündüklerine. Bundan kaçmak için bulduğu çözümlerle empati yaptım: beyaz gürültü cihazı, müzik çalmak, bağımlılıklarına daha da bağımlı hale gelmek. Ve hayatın ellerinden kayıp gidiş şekline dert yandım. Aşırı dozdan ölüşünü, sırf yalnızlıktan kaçmak için yaptığını, reddedilmese hala yaşayacağını düşünmek beni deliye döndürdü. İsyan ettim böyle bir dünyaya.
Hakikaten de yalnızız, özellikle de büyük şehirlerdeki bizler, belki de biz çok daha yalnızız. Başkalarının yarattığı gürültüler bizi her ne kadar aldatsa ve bunun içinden çekip çıkarsa da çok ama çok yalnızız. Herkes kendi kapsülünde oradan oraya koşup hayatta kalmaya çalışırken birbirimizle kurmadığımız her bağ, birbirimize yaptığımız her kabalık, göstermediğimiz her sevgi bizlerin yalnızlığını sadece pekiştiriyor. Kendimizi korumak için kurduğumuz bu duvarlar her ne kadar bizi yaşatsa da aynı zamanda yavaş yavaş öldürüyor. Sevgisizlikten ölüyoruz, soğuktan ölüyoruz, bir kucaklaşmaya hasret çürüyoruz. Adam da aynı şeyi yaptı, belki de haklı olarak kapısına gelen bu içkili komşuyu evine almak istemedi, belki kendini korumak istedi belki de bağ kurmak istemedi ancak eninde sonunda olan yalnızlıktan ölen Harry’e oldu.
The Weekend’de de aynı havayı solumuştum, bu filmde de benzer bir atmosferin içinde buldum kendimi: şehir manzaraları, toplu yaşam ama izole hayatlar. Ve açıkçası bu filmi de Weekend’in yönetmeni Andrew Haigh’in yaptığından haberim yoktu aklıma Weekend ilk geldiğinde. Bu yönetmenin şehir-insan bağıyla ilgili bakış açısı her iki filmde de bizlere çok güzel yansıyor. Dahası insanlığımızı kaybettiğimiz bu şehir hayatının içinde çok insanca bir hikaye anlatıyor. Yanlış olmasın, ikisi de çok farklı filmler, çok farklı hikayeler. Ama ikisinde de şehrin ve şehre ait olanların filme etkisi çok büyük. O gördüğümüz apartmandan aşağı bakan insan ve aşağıdan yukarıyı seyreden insanların bize geçirdiği duygular çok aynı.
Bazen öyle derinden hissettiğim bir duygu var: herkesle bir kere kucaklaşmak, sarılmak ve birbirimizin sıcaklığını ve kalbini hissetmek. Biz, insanız. Koskoca binalar, siteler, site duvarları, otobanlar, devlet daireleri, gökdelenler, rezidanslar… Bunların hepsi aslında bizden daha küçük. Asıl beni hep heyecanlandıran büyük binalar değil; o binaların odalarında yanan lambalar, pencereden dışarı bakan insanlar, balkonunda oturanlar. Bambaşka bir şehre giderken yolda gördüğünüz o apartman dairelerinin yanan ışıklarının arkasında olup biten tüm hayatlar.
Hepimizin dertleri büyük, hepimizin amacı insan olmamızın getirdiği bir şevkle hayatta kalmak ama biz çok dertliyiz ve şehirler daha fazla insanı toplaması nedeniyle melankolinin, bu büyük dertlerin merkezi halindeler. Şehirlerdeki izole yaşam ve başkasıyla bağ kurmama isteği bir norm ve bu, çok tehlikeli bir norm. İnsanın varlığına aykırı bir norm. Her ne kadar tepkisel olarak ortaya çıkmışsa da yeniden sorgulanması gereken bir norm.
“O çocuğun çok üzgün bir suratı var.” Annesinin Harry’yi görünce Adam’a söylediği bir söz. Evet, Harry üzgün ve yalnız. Bize Harry hakkında verilen bilgiler her ne kadar Adam’ın bir hayal ürünü olma ihtimali olsa da başka yola çıkabileceğimiz bir ipucu olmadığı için ve gerçekle paralel hissettirdiği için bu bilgilerden yola çıkacağım: Harry sadece şehrin getirdiği yalnızlıktan öte kuir bir birey olarak da derin bir yalnızlığın içinde.

Harry’nin söylediklerinden anladığımız ailesinin onun eşcinsel olduğunu bildiği yönünde ancak bunu bilmelerinin onunla bağı daha da çok kopardığını görüyoruz çünkü o, ailesi için sadece var ve ailesi bu durumu kabul etmekten öte sadece bunu kanıksamış gibi gözüküyor. Her ne kadar Harry bunu önemsemiyor, küçümsüyor gibi gözükse de öldükten sonra “Beni niye kimse daha önce bulmadı?” sorusu ailesi tarafından nasıl bir yalnızlığa mahkûm edildiğini de gözler önüne seriyor. Bu da durumu benim gözümde çok daha trajik yapıyor. Zira bu gerçek (eğer gerçek ise) Harry’nin ölümünü çok daha sistematik bir toplum suçu haline getiriyor. Bu Adam’ın rastlantısal ve tepkisel reddedişinden çok daha gerçek bir sebep.
Zaten sormak gerek, niçindir ki iki eşcinsel karakterimiz Londra’nın izbe bir köşesinde, varoş bir yerde, kimsenin taşınmadığı ve karakterlerin de “Kim burada yaşar ki?” edasıyla sorguladığı bir apartmanda yaşıyorlar? Adam’ın annesine söylediği yönüyle düşünürsek eğer, kendisi “zengin” değil, hatta bunun tam tersi. Anlaşılan o ki bu apartman güçlerinin yettiği, ekonomik durumların elverdiği nadir yerlerden. Harry’nin de durumunun çok farklı olmadığı aşikâr. Bu da maalesef finansal olarak hayata yenik başlayan kuir karakterlerimizin ekonomik durumlarının bir yansıması gibi. Harry, ailesinin sadece sevgi desteğini çekmesinden öte ekonomik desteğini de çekmesinin bir sonucunu yaşamış gibi. Dışlanmışlar ve ötekileştirilmişler olarak normatif dünyanın görünmeyen yüzündeler.
Filmin öteki bir yüzü olan Adam ve ailesiyle ilişkisini sonraki yazımda değerlendirmeyi düşünüyorum. Umuyorum ki bu uzun yazıyı buraya kadar okuyanlar, kendilerinden küçük de olsa bir şey bulabilmişler veya filme bakmadıkları farklı bir açıdan bakabilmişlerdir.