Terk edilen ateş böceklerine ne olur? Ölü gölün dibinde yüzmeye mahkûm olurlar. Ateşlerini ve renklerini kaybeder, sonsuza kadar kara suları kaderleri olarak kabul ederler. Ölü gölde yüzen ve bedenlerini kaybetmiş nemrut ruhlar dışında ne bir yoldaşları ne de sırdaşları vardır. Bir ateş böceği terk edildiğinde parıltısı solar.
Ateşlerini kaybeden perilerdir onlar.
Gözyaşı ismindeki peri de alevini kaybetmiş bir ateş böceği idi ve ölü gölde kayıp bir hatıra gibi yüzerdi. Ölülerin peşinden de gidemiyordu, yaşamla dolu yeşim kıyılara da dönemiyordu. Sınırın kendisine hapsolmuştu. İçerisi soğuk ve kasvetliydi. Dışarısı ise gölden daha ölü gibiydi. Gözyaşı’nın yanına gelen ruhlar ona yeşim kıyıların eskiden çok güzel parladığını ve her renge ev sahipliği yaptığını anlatmıştı. Gözyaşı renkleri bilmiyordu, ağaçları görmemişti, çiçekleri koklamamıştı. O sadece karanlık taşları ve serin suları biliyordu.
Onun yeşim topraklardan tek hatırladığı şey gözyaşlarıydı.
Nemrut ruhlardan biri ona yaşayan toprakların yas tuttuğunu söyledi. Acı içindeydi ormanlar ve çiçekler. Gözyaşı’nın sadece hayal ederek bile mutlu olduğu tüm renkler. Hepsi akıp gitmişti ve renklerin gitmesinin anlamını ona bir zamanlar resim çizmekte uzman olan bir perinin ruhu söylemişti: Yas. Orman yas tutuyordu. Birileri perilerin kraliçesinden bir şeyler çalmış olmalıydı. Onun renklerini kalbinden ve tacındaki papatyalardan kim söküp almıştı?
Peri kraliçesini sordu Gözyaşı onlara. Konuşmaktan çekinen ve yaşamdan koptukları için pek de hevesli olmayan ruhlar ona anlattılar peri kraliçesini, gece kadar siyah saçlarını, topraktan daha güzel gözlerini ve ormanın tüm renklerini taşıyan tacını.
“Titania mutluydu.” demişti bir tanesi ölü gölün diplerine giderken. “Titania gülüyordu ve çiçekler açıyordu.”
“Şimdi peri kraliçesi yas tutuyor.” dedi bir diğeri. “Titania gülmüyor ve renkler evlerini bir bir kaybediyor.”
Gözyaşı kalbinin derinliklerinde hissetti anlatılan yası. Anlatılan güzelliklerdeki yeşim kıyıları görmek için büyük bir istek duydu. Bu isteği dolup taştı gönlünden ama asla bir sonuca varamadı. Gölün yakınlarından geçen perilere seslenmeyi denedi. Hiçbiri cevap vermedi. Yüzlerce peri geçti yüzlerce gün içinde. Hiçbiri onu duymadı ya da duymamış gibi yaptı. Yükseklerden uçan kanatları gördü. Onlara elini salladı ama hiçbiri durup bakmadı. Kara kanatlar uçup gitti, ak kanatlar ise adeta masumiyetlerini kaybetti.

Bir yılan sürünerek geldi gölün başına. Su içmek için boynunu uzattığında Gözyaşı hemen uyardı onu. O sırada yükseklerde uçan bir ak kanatlı, gölün üstünde daireler çiziyordu.
“Dur! Burası ölü göldür. Ölmek istemiyorsan sakın içme buradan!”
Yılan tısladı ve doğrudan Gözyaşı’na doğru baktı. Sanki suyun diplerine değil de onun kalbine bakıyor gibiydi.
“Hala iyi kalpli bir çocuksun demek.” Yılanın sesi gururla yükselse de kraliçenin yasını bozacak cesaret onun sesinde de yoktu.
“Beni tanıyor musun?”
“Elbette tanıyorum. Ateşinin sönüşünü ve suya düşüşünü gördüm çocuğum.”
Gözyaşı heyecanla atıldı. “Bana anlatabilir misin? Yalvarıyorum!”
Yılan suyun üstünde kıvrılarak hareket etmeye başladığında Gözyaşı derinlerde büyük bir coşku hissetse de yeşim toprakların yası sanki daha da güçleniyordu.
“Titania seneler önce seni burada, ölü gölün kıyısında doğurdu. Sen perilerin tüm günahlarını taşıyan küçük bir Ateş böceğiydin. Senin ateşini halkını kurtarmak için söndürdü. Onların tüm günahları yüzünden seni kurban etmek zorunda kaldı.”
Ölü gölün kıpırtısı durdu. Yasla esen rüzgarlar bile donup kaldılar oldukları yerde. Yıldızların ağıtı bu sefer Gözyaşı’ndan bahsediyordu.
“Günah mı?” Ateşsiz perinin sorabildiği tek şey bu olmuştu. Ateşi gibi sözlerini ve zihnini de kaybettiğini hissediyordu.
“Bilmek en büyük günahtır, çocuğum. Periler bilmeyi seçtiler. Ölü gölün ardında neyin yattığını bilmek istediler.”
Gözyaşı soruların düğümlendiğini hissetti ruhunda. Yılanın anlattıklarıyla birlikte ilk anıları kuvvetlendi ve ölü gölün sularına karışan kanı ve gözyaşlarını hatırladı. Kuzguni siyah saçlarıyla gölün kıyısında yatan güzeller güzeli Titania’nın ağlayışını ve acısını gördü.
“Artık bir kızım yok. Yitirdim en sevdiğim şeyi. Bilginin karşılığı buysa eğer, bir daha mutluluk değmeyecek benim topraklarıma. Cennet sadece bahçede yitirilmedi. Ormanlarım, güzel çiçeklerim seslerini ve renklerini boşa kaybetmediler. Yas tutacağız hepimiz, olmadan renklerimiz ve seslerimiz.”
Titania’nın sözleri Gözyaşı’nı derinden titretti. Ölü göl onun yasını hissetmiş gibi kabardı ve nemrut suratlı umursamaz ruhlar bile dönüp baktıklarında yitip giden ateşi görüp üzüldüler. Masumiyetlerini yitirmiş ak kanatlılar bile gururlarını bırakıp hüzünlü kalpleriyle yas tuttular Gözyaşı için.
“Bilmeyi seçenler günahkardır çocuğum.” dedi yılan. “Halkın ve sevgili annen bilmeyi seçtiğinde neleri yitireceğini bilmiyordu.”
Yılan konuşurken daha çok peri geçip gitti. Gözyaşı her birinin yüzünde keder gördüğüne yemin edebilirdi. Artık kederin ve yasın ne olduğunu daha iyi anlamıştı. Yılanın gözlerinden görmüştü kendi yansımasını. Gelip geçen perilerin gözlerindeki kederi daha iyi anlıyordu artık. Uzaklardan işittiği seslerin kederli feryatlar olduğunu da. O sırada, anıları zihnine hücum ederken gökte uçan ak kanatlıyı fark etti. Yılmayan bir gözcü gibi gölün başına dikilmişti yine.
Ölü göl artık durdu ve Gözyaşı’nın kederi akıp gitmese de ruhlar akıp gitmeye devam ettiler. Yılan uzaklardaki kıpırtıları işaret etti. “Bak ilk günahkârlar geliyorlar. Sizden evvel günah işleyenler.”
“Onlar neyi bilmek istediler?”
Gözyaşı bu soruyu sorduğunda ölü göl ve yıldızlar nefeslerini tuttular.
“Özgür iradenin ne demek olduğunu.”
“Neymiş peki?”
“Ölü gölün ardına bakmak neyse, bir ağaçtaki meyveyi yemek de aynısı imiş. Onu öğrendiler küçüğüm.”
Yılan sürünerek uzaklaştığında gelenleri gördü Gözyaşı. Büyük bir şaşkınlık eşlik etti onlar için duyduğu meraklı hislere.

İlk günahkârlar peri değillerdi.
Yıldızların sessizliğine eşlik ediyorlar, adımlarından başka sese müsaade etmiyorlardı. Ölü gölün yakınlarında ses çıkarmanın ne kadar tehlikeli olduğunu göz ardı etmemişlerdi.
Artık çoğu şeyi biliyorlardı: Yiten topraklarda kalamazlar, buranın yasına daha fazla dayanamazlardı.
Ölü gölün ilerisinde periler yaşardı. Periler yüz yıldır yas tutuyordu. Yaslarını rahatsız etmek, yıldızları rahatsız etmeye benzerdi. Hiç kimse, perilerin kraliçesi ile ters düşmek istemezdi. Yasa duydukları derin saygıyla ve arkada bıraktıkları her şeyin hüznüyle ilerlediler gecenin içinde. Soğuk onların yorganı, sessizlikleri ise muhabbetleriydi bu gece.
Sürgünleri başlıyordu. Bilmenin günah olduğu topraklarda kalamazlardı. Onlara özgürlük için tek bir seçenek sunulmuştu. Gerçekten özgür olabilecekleri tek bir yer vardı: Ölü gölün ardı.
Gölün kıyısına geldiler. Yüzlerinde mağrur bir ifade vardı. Nemrut ruhlar göle girerken onları gördükleri için sanki dehşete düşmüş gibi kalıyorlardı oldukları yerde. “Ak kanatlılar. Onlara benziyorlar.” diye fısıldadı kimileri.
“Tanrılar. Onlara da benziyorlar.” Fısıltılar ölü gölün dalgaları arasına karışıp gitse de Gözyaşı’nın kulağından kaçmadı. “Aynı onun gibiler.”
Derinlerden gelen fısıltılara aldırmadı ilk günahkârlar. Duymamış olmalarına imkân yoktu. Biri vahşi saçlarına düşen gecenin yansımasıyla özgür bir ruha benziyordu. Daha doğrusu zincirlerini kırmış eski bir esire. Saçları asla yılmayacak savaşçılar gibiydi rüzgarların içinde. Ne rüzgâra ne başka efendiye itaat etmeyecek ruhunu yansıtıyordu. Diğerinin omzunu geçmeyen kıvır kıvır saçları ruhundaki tüm çatışmayı yansıtıyor gibiydi. Yüzündeki derin düşünceler ölü gölden bile derinlere iniyordu sanki. İkisi de göle uzun uzun baktılar ama baktıkları yeri görmüyorlardı. El ele tutuştular ve birbirlerine dönüp baktıklarında göle girme niyetinde olduklarını belli ettiler.
“Siz neyi bilmek istediniz?” diye sordu Gözyaşı onların yitip gideceğinden korkarak.
Vahşi saçlı olan, Gözyaşı’nın anladığı kadarıyla bir kadındı. Geriye doğru sıçrayarak tepki verdi ve kıvırcık saçlı olan erkek onu tutarak düşmesine müsaade etmedi.
“Sen kimsin?” diye soran kadın oldu. İkisi de korku ve merakla göle doğru eğildiler.
“Ben Gözyaşı’yım.” dedi Gözyaşı. “Ölü gölde yaşarım.”
“Senin parıltın nerede?”
“Ateşimi kaybettim.”
Kadın olan konuştu. “Çok üzüldüm senin adına.” Gözlerindeki samimi endişe o kadar gerçekti ki, elleri istemsizce hareket ederek gölün yüzeyine yaklaştı.
“Ben Toprak’ım.” dedi erkek olan. “Sen niye buradasın?”
“Annem ölü gölün ardında olanları merak etmiş.” Gözyaşı onları hikâyeyi anlatırken tüm varlık nefesini tutup onu dinledi. Günahsız kurbanın sesi, her sesten değerliydi.
Yıldızların şarkısı sözlerine ağıt olarak eşlik etti. Kendi günahlarının yanında perinin kederini de omuzlarında hisseden günahkârlar yıldızları dinlerken gözyaşı döktüler kıyıya. Yeşim topraklara hak ettiği yası verdiler. Bu topraklar daha fazlasını hak etmiyordu.
“Benim adım Akşam.” dedi kadın olan kederli bir gülümseme ile ona bakarken. “Sana yardım etmemizi ister misin?”
Gözyaşı öyle bir parladı ki içten, neredeyse ormanın yası bitiyordu. Mutluluk getiren yağmur, az daha yeşim topraklara geri dönüyordu.
“Çok isterim ama beni nasıl kurtaracaksınız?”
Toprak ve Akşam birbirlerine baktılar hüzün ve gururla.
“Çocuklarımız içindi, biliyorsun.” dedi Toprak.
“Biz nasıl kendimiz seçtiysek özgürlüğü, onlar da öyle seçmeli. Zincirlerimizi kendimiz kırdık, onlar da kıracaktır.”
“Önce bana hikayenizi anlatın.” dedi Gözyaşı. “Bir de neden göle girmek istediğinizi. Göle girmek yok olmanıza sebep olur, ya da daha kötüsü! Benim gibi sıkışırsanız ne olacak?”
İkisi de tatlı tatlı gülümsediler Gözyaşı’na. “Merak etme.” dediler aynı anda. Kısa bir süreliğine uzaklaştılar Gözyaşı’nın görebileceği yerlerden. Geldiklerinde ise Akşam’ın elinde bir meyve vardı.
“Bilmek ya da mutlu olmak arasında bir seçim sunuldu bize.” dedi Toprak.
“Daha doğrusu sonsuz mutluluk için bilgiyi çöpe atmak zorundaydık.” diye ekledi Akşam.
“Biz ise bilmeyi seçtik. Mutluluğu geride bıraktık. Bilmek, en ağır şeydir.” Akşam o sırada meyveyi uzattı. “Buradan seni nasıl kurtaracağımızı bilmiyoruz. Bunu ancak sen bilebilirsin.”
Meyve suya düştü. Ölü gölün üzerinde yüzerken yıldızların şarkısı kuvvetlendi. Meyveyi neredeyse anında alan Gözyaşı önce küçük bir ısırık aldı. Yavaş yavaş çiğnedi suyun içinde. İlk defa kendini gerçekten aç hissetti. İlk defa sanki tüm ormanlar ölmüş, tüm ekinler yanmış gibi kıtlığın içindeydi. Sonrasında büyük büyük ısırıklar aldı. Her ısırıkta ne kadar aç olduğunu fark etti. Meyve bittiğinde bile açlığı kesilmemiş, daha fazlasını isterken bulmuştu kendini.
Hissettikleri taştı içinden ve gölün dışına doğru adım atmak yerine gölün kendisini hissetti ve aslında ateşten soyutlanmış ruhunun gölün soğukluğunda hayata tutunduğunu gördü. O gölden yansıyan bir ölüydü sadece. Sesini gerçekten geri kazandı ve olması gerektiği bir prenses gibi haykırmaya başladı:
“Benim adım Gözyaşı! Titania’nın kızıyım!”
Önemli olan ilk şey buydu. Kim olduğu. Gerçekten kim olduğu. Sonrasında gelenler ise çok başkaydı. Özgür olma isteği ilk defa bu kadar güçlüydü.
Bir ağıda başladı. Bir serzenişe. Yıldızlara yakardı. Yaşam denen şeyi hissetti. Yaşamak istedi. Özgürlüğü istedi. Özgürlük için bir ağıt yakıyordu aslında. Suya bağlanmış zincirlerle kapatılmıştı. Koskoca bir göl onun kafesiydi. Ateşin bağrına aitti o, karanlık göllerdeki soğuk sulara değil. Kim olduğu hakkında bir şarkı söyledi. Kim olabileceği hakkında da. Özgür olsa yapacakları hakkında, göreceği renkler, tadacağı meyveler hakkında. Annesinin saçlarını tararken söyleyeceği şarkılardan bile bahsetti. Yaz ayının güzellikleri arasında dans edişini anlattı.
Yıldızlarda ve göğün derinlerinde bir feryat koptu. Gökyüzü ağlıyordu sanki. Gözyaşı şarkısını bitirdiğinde çıkan sese şaşkın şekilde baktı. Toprak ve Akşam da şaşkındılar. El ele tutuşup gökyüzüne çevirdiler bakışlarını. “Ak kanatlı nerede?” diye sordu Akşam endişeyle.
O sırada çırpılan kanat seslerini duydular. Kasırga gibi yaklaşan kanat sesleri. Büyük bir öfkeyle ve edilen feryadın omuzlara yüklenen tüm gücüyle. Yıldızların ağıtını ve öfkesini taşır gibi çırpıldı kanatlar ve en sonunda bir ak kanatlı olarak yere değdiler.
Toprak ve Akşam korkuyla kalakaldı. “Bize gidebileceğimiz söylenmişti.” dedi Toprak hemen.
Oysa ak kanatlının yüzünde sadece büyük bir keder vardı. Kutsal yüzüne yaşlar değmiş, gökyüzünde yas için düşen tüm yağmurları toplayarak bizzat aşağı getirmişti.
“Yıldızların ağıdıyla geldim buraya. Gözyaşı denileni izlemem emredilmişti. Tek gördüğüm acı içindeki bir ruhtu. Yüz yıldır başındayım onun.”
Elinde bir sopa tutuyordu. Ormanlardaki ağaçlardan yapılmış gibiydi. Ak kanatlı elini tuttu ve göklerde yaptığı gibi feryatla değil de sessizce ağlamaya başladı oracıkta. Döktüğü yaşlar kıyıya düşse de elini sopaya tutunca, gecenin bağrına güneş düştü. Tuttuğu sopanın ucunda Gözyaşı’na hep anlatılan o güneşin gerçek rengi duruyordu.
“Her bilgi bedelle gelir.” dedi ak kanatlı. “Bazı şeylere bilseniz de sahip olamazsınız.” Sopayı uzattı Toprak ve Akşam’a.
“Ateş. Ateşi size veriyorum. Bunun karşılığında da dinmek bilmeyen öfkeyi ben göğüsleyeceğim ve masum bir ruhun daha fazla acı çekmesine göz yummayacağımı tüm yıldızlara ve göklere haykıracağım! Siz, ateşi hak ediyorsunuz: Medeniyet sizin özgürlük arayışınızla, ateşle başlayacak!” Göle dönüp baktı. “Ve sen, Gözyaşı, yüz yıllık bir kederi bitireceksin sadece var olarak.”
Akşam tuttu meşaleyi ve ak kanatlı uçarak gitti oradan. O sırada çok uzaklardan başka kanatlıların büyük bir hınçla ona doğru uçtuğunu fark ettiler. Akşam hüzünle arkasından baktı ak kanatlının ve şaşkınlığını bu defa üzerinden çabuk atarak meşaleyi göle doğru tuttu.
Gözyaşı ölü bir prensesin yansımasıydı sadece. O da ateşin göldeki yansımasına tutundu. Özgürlük yaşam ve ateşle geliyordu öncelikle. O da yaşamı arzuladı ve ateşi benimsedi. Yansıyan ateşte, kendi adını ve olduğu kişiyi gördü.
O bir Ateş böceğiydi. O bir prensesti ve o Titania’nın sevinç gözyaşlarıydı. Yükseldi gölün derinliklerinden ve yeşim topraklarının arzusunu sırtlayarak derin bir soluk aldı. Yaşam, ateşin soluğuyla geldi. Ak kanatlının arkaik alevlerden getirdiği kıvılcım, düşmüş bir ruhu besledi. Geceye karışan saçlarını alevle yaktı adeta ve kızıla boyadı tüm varlığıyla. O artık isminin en güçlü temsilcisiydi. O artık yas tutan renksiz toprakların ilk geri dönen rengiydi. İlerleyip annesinin yanına gittiğinde yüz yıllık yası bitirecek ve dökülen tek gözyaşının mutluluktan olmasını sağlayacaktı.
Toprak ve Akşam büyük bir gururla ve gözlerine dolan yaşlarla seyrettiler onu. “Elveda, ey Ateş böceği!” diye seslendi Akşam ona. “Biz ölü gölün ardına, yani aslında her şeyin özgür olduğu topraklara gidiyoruz! Tanrıların, perilerin olmadığı topraklarda olacağız! Seni de özleyeceğiz!”
Gözyaşı için kederli tek şey bu olsa da metanetle kabul etti olanları. Kendini özgür bırakan dostlara veda etmeyi istemese de onların özgürlüğüne sonuna dek saygı duyacaktı. Zincirlerinin olmadığı bir dünyaya uğurladı onları.
“Olur da ateş yakamazsanız, ateş böceklerini izleyin. Size karanlık gecelerde yol gösterirler.”
İki cesur günahkâr böylelikle daldılar ölü gölün dibine. Kendi seçimleri ve kendi cesaretleriyle. Geride yeşim toprakları bıraktılar, keder ve ölümden geçti yolları.
Yine de özgürlüğe ulaştılar.
—
Daha fazla öykü için Atölye kategorimize göz atabilirsiniz.