Hepimiz gerek dünyamızı gerekse kişiliğimizi zaman zaman mitolojik karakterlere ya da olaylara benzetiriz. Özellikle doğaya dönük konular ve doğa ile özdeşleştirilmiş karakterler, bunların başında gelir. Geçmişten günümüze kadar insanın anlamlandıramadığı olaylar genel olarak kutsallaştırılmış, ibadet edilmiş, sözlü ve yazılı edebiyatlarının bütününü oluşturmuştur. Fark edersiniz ki günümüzde ise özellikle sinema alanında doğaya dönüş konusu ön plana çıkmaya başladı. İnsanlar betonlaşmanın içerisinde bir özgürlük aramakta ve sektörler de bu yüzden doğa temasını ön plana çıkarmakta. Peki günümüze kadar önemini koruyan doğanın ve doğa ile özdeşleşen mitolojik karakterlerin, eski çağlarda nasıl bir etkisi vardı?

Doğa dediğimiz zaman öncelikle aklımıza ağaç ve çiçek gibi ulaşabileceğimiz kavramlar gelir. Eski çağlarda ise doğa denildiğinde genellikle dört ana kavram akla gelirdi. Gökyüzü, güneş, ay ve yeryüzü. Sümerlerden Yunanlara kadar adlandırılan tanrı ve tanrıçalar bu dört ana kavramdan türemiştir. Örneğin Yunan mitolojisinden herkesin bildiği göklerin ve fırtınaların tanrısı Zeus; Sümer’de Anu, Babil’de Marduk, Hatti’de Taru, Hitit’te Tarhu, Urartu’da Haldi olarak adlandırılmıştı. Buradan M.Ö 3 binden beri insanın anlamlandıramadığı gökyüzü olaylarını ilahlaştırdığı sonucunu ortaya çıkmaktayız. Evlerini ve tarlalarını yıkan fırtınalara çoğu dönemde öfkeli yüzleri koymuşlardır. Her yeri aydınlatan, bereketin başlangıcını temsil eden güneşi ise genel olarak parlak ve bilge karakterlerle özdeşleştirmişlerdir. Karanlıkta umut gibi parlayan aya ise koruyucu kişi tasvirleri oluşturmuşlardır. Elbette ki bereketin asıl sembolü olan tarım ve yeryüzü ile ilgili olan olaylara ise daha çok anne tasvirini ön plana çıkarmışlardır. Çünkü yaşadıkları yerin yapımından yiyeceklerine kadar yeryüzünün bütün nimetleri insanlık için bir annenin çocuğunu sahiplenmesi gibiydi.
Bu tür doğa olaylarının Yunan Mitolojisindeki yüzlerine gelirsek şundan bahsedebiliriz: Yukarıda da sözüne ettiğim gökyüzü ve fırtınaların tanrısı Zeus, tanrıların kralı, göklerin yöneticisi ve sonsuz gücü ile çoğunlukla istediğini elde eden bir kişi tasviri ile karşımıza çıkmakta. Aynı zamanda dünyayı sarıp sarmalayan bir baba tasviri insanların gökyüzüne nasıl baktığını açıklamakta. Tabii ki gökyüzü sadece Zeus ile bitmiyor.
Asıl ilk olarak gökyüzü ve uzay ile ilişkilendirilen tanrı Uranos’tur. İnsanlar Uranos’u ata ve bir yaratıcı gibi görüp saygı duymuşlardır. Çünkü her şeyin başlangıcının ulaşamadıkları uzayda olduğuna inanmışlardır. Yalnız göksel olaylar tabii ki sadece bu iki karakter ile bitmiyor. Helios ve Apollon gibi güneş ile ilişkilendirilen tanrı tasvirlerinde baktığımızda aslında ikisinin de birbirlerine benzediğini görmekteyiz. Örneğin Apollon, aynı zamanda Zeus’un rakibiydi. İnsanları dehşete düşüren fırtınalara karşı çıkabilecek olan güneşti. Her şey bittiğinde ufukta güneş görünür ve her yeri aydınlatırdı.

En eski mitolojilerde genellikle eril olarak tasvir edilen Ay, Yunan mitolojisinde dişil özellikler ile ön plana çıkmıştır. En önemli örneği Selene’dir. Onun dışında Hekate ve Artemis örnekleri de verilebilir. Bazı inançlarda ayın her yüzüne farklı bir tasvir yapılırken bazı inançlarda da ayı sadece Selene ya da Artemis olarak ele almışlardır. Karanlık geceyi aydınlatan, insanlara huzur veren ay ışığını; her zaman onları koruyacak bir unsur olarak düşünüp buna inanmışlardır. İnsanlar geçmişten günümüze kadar Ay’ı özellikle spiritüel konularla da özdeşleştirmişlerdir. Yeryüzü ile ilişkilendirilen bereket teması adı altında olan tanrı ve tanrıça örnekleri çok fazladır.
İnsanlar gözleriyle gördükleri ve yaşadıkları olayları da kutsallaştırmaya meyilliydi. Mesela doğurganlık, evlilik ve tarım konuları yaşamlarının her zaman merkezindeydi. Bu temaların tanrı ve tanrıçalarından bazıları ise; Gaia, Rhea, Hera, Artemis’tir. En bilindik mitoloji olan Yunan mitolojisinin temelini oluşturan ana karakterlerden birkaçı bunlardır.

Doğa insanlar için her zaman sığınabilecekleri bir yuva, kaçabilecekleri bir sığınak, sorunlarına çare bulabildikleri bir liman olmuştur. Yüzyıllar süren doğa macerasının bu denli önemli olması insanların dünyaya ve hatta kendilerine olan umut ışığını kaybetmemelerinden kaynaklıdır. Doğaya karışma isteğinin aslında insan olmanın en büyük kanıtlarından biri olduğunu düşünebiliriz. Evrenin içinde insanlığını yaşamak ve yüzyıllardır süregelen, gelenek olarak adlandırabileceğimiz doğa ile yaşamak, doğayı anlamak ve doğayı uygulamak aslında bizi insan yapan yegâne unsurdur.
Çünkü doğa, aynı zamanda insan ile özdeştirilmiştir. Toprağı işlemezseniz bitki yetiştirebilir misiniz? Bununla da kalmıyor tabii. Bizler farkında olmasak bile bilim, teknoloji gibi en az ilişkilendirebileceğiniz konularda bile doğa, en ince ayrıntısına kadar kullanılıyor. Dünyanın bütün işleyişinin doğadan geçtiğinin yüzyıllardır farkında olan insanoğlunun kendi özünden kaçması ne kadar doğru olur? Kısacası insan umut ile beslendiği nenden kaçamaz, sadece onu erteler.