Sürekli edebi eser tüketiyoruz, okumaya bayılıyoruz, hatta belki de günde iki haftada on dört kitap bitiriyoruz. Bazen öyle kitaplar okuyoruz ki bitirdikten sonra “okuduğunu sindirmek” dediğimiz bir süreçten geçiyoruz, bu süreç içinde kitabı yeniden ve yeniden kafamızda kurguluyoruz. Peki okuduğunuz kitaplar arasındaki benzerlikleri görüyor, birbirlerinden etkilendiğini düşünüyor musunuz? Çünkü biliyorum ki bazen okuduğumuz iki şey arasında belli belirsiz bazı benzerlikler olduğunu hissediyoruz ama ne olduklarını anlayamıyoruz.
Heh, işte bu günler için sizlere yardım etmeye geldim! Sitemizin edebiyat kategorisinde arada sırada buluşup yaygın edebi temaları konuşalım, örnekler verelim diyorum. Bu sayede okuduğumuzu daha kolay sindirir, kitaplardan daha fazla zevk alırız. Ne dersiniz, var mısınız benimle bu yolculuğa?
Edebi Temalar serimizin ilk teması olarak “Öteki” ve bu “Öteki” üzerinden kurulan hiyerarşileri ele almak istedim. Böyle söyleyince pek bir anlam ifade etmiyor ama umuyorum ki biraz daha anlattığımda kafanızda bir şeyler oluşmaya başlayacak, hatta belki örnekler bile düşüneceksiniz.

Batı edebiyatında çoğunlukla zıt temalar, birbiri üzerinden işlenir. Bu kavramları somutlaştırmak için, dünyanın iyilik ve kötülük arasındaki çatışmanın üzerinde var olduğunu kabul eden Maniheizm dinini örnek verebilirim sanırım. Okuduğumuz eserler, te zamanın en başından beri yeniden yazılan hikâyeler temelde aynıdır yani: İyinin ve kötünün kavgası, güzelin ve çirkinin çatışması, karanlık ile aydınlığın birbirini sindirmeye çalışması… Yani iyi olan ve olmayan, güzel olan ve güzel olmayan, aydınlık olan ve aydınlık olmayan. İki zıt kavram, bir çatışma üzerine kurarız eserlerimizi. Derrida’nın dediğine göre bu çatışmalar da çoğunlukla beraberinde hiyerarşileri getirir.
Anlayacağımız dilde şu şekilde anlatabilirim: İyinin ve kötünün kavgasında başkarakterimiz sık sık iyi olan olur, biz de onun yanında dururuz. Güzel ile empati yapar, kendini yeniden yaratıp güzelleşmesini izleriz. Aydınlık taraf, karanlık tarafı bastırmalıdır ki evren kendini kötülük içinde kaybetmesin. Çoğunlukla dedim zira durum her zaman böyle olmayabilir, bir edebi eser komple çatışmalar üzerinden yaratılmayabilir. Lakin bu durumda da eserin içinde küçük çatışmalar olmak zorundadır zira çatışmalar, gelişme bölümünü yaratır. Bizim eserin içinde aktif bir okuyucu olarak yer almamızı sağlar.
“Öteki” temasını da bu hiyerarşilerden faydalanarak bir yazının içine konumlarız aslında. İki zıtlık üzerinde oluşturulan edebi eserimizde hiyerarşinin talihsiz kısmında yer alan, “öteki”dir. Adem’den sonra, Adem’in kaburga kemiğinin bir parçasından yaratılan Havva, doğduğu andan itibaren “öteki” olarak doğmuştur. Kadın ve erkek çatışmasında ikincil olandır, hiyerarşide nerede olduğunu anlamışsınızdır zaten. Gibi gibi!
Yukarıda söyledim ya, “iyi” yerine “iyi olmayan” demeyi seçebiliriz. Böylece hiyerarşiyi gözler önüne serdik aslında. Bir şey olan ve olmayan dediğimiz zaman bir tarafı ötekileştiririz, “olmayan” haline getirdiğimiz şeyde bir şeyler eksiktir. Hiyerarşi.
Peki bu konuşmada “öteki” olmayana kim karar verir? Yazar mı?
O işler bir tuhaf işte. New Criticism denen eleştiri akımına göre örneğin, yazarın arka planının bir kitabın incelenmesinde hiçbir yeri yoktur. Roland Barthes makalesi Death of The Author’da, bir eserin yaratılmasıyla yazarın “öldüğünü” ve bir okurun doğduğunu söyleyecek kadar ileri gider hatta. Diğer yandan, Sylvia Plath gibi “Gizdökümcü” (Dost Körpe, Nilgün Marmara’nın tezindeki “Confessionalist” terimini bu şekilde çeviriyor) bazı edebiyatçılar yazar kimliklerini saklamamak konusunda kararlılar.
Yani demem o ki edebiyat, kim ne derse desin, epey sübjektif bir şey. Yazarı, yazının bir parçası olarak kabul ediyorsanız o halde bu “öteki”nin kim olduğunu yazara bizzat danışmanız gerekir. Ben, “öteki”ni okurken kendim çıkartmayı yeğliyorum. Fakat edebiyatın sübjektivitesi, beraberinde ideolojik çatışmaları da elbette ki getirir.

Aklıma gelen en iyi örneğin bir çizgi roman olması epey tuhaf kaçacak fakat en iyi şekilde anlatabilmek için Enki Bilal’in Nikopol üçlemesini örnek vermek zorunda gibi hissediyorum kendimi. Nikopol üçlemesinde uzaylılar, (yani insan olmayanlar, insanın “öteki”leri) yukarıya görselini bıraktığım gibi, Mısır mitolojisinde görmeye alışkın olduğumuz figürler olarak resmedilmişler. Nikopol üçlemesi, Paris’te geçiyor ve yarı-insan yarı-hayvan fakat tamamıyla uzaylı olan (Hop bir diğer tema, eşik!) varlıkların gelip dünyadaki petrole göz koymalarını anlatıyor. Bu eserde “Öteki” dediğimiz taraf, Doğu ile ilişkilendirilen figürlerden oluşuyor. Yani Batı olmayan. Hop, nasıl ötekileştirdik ama doğuyu?!
“Öteki” yalnızca yazının içinde öylece oturan bir tema değil, aynı zamanda karakterlerin kişiliklerinde de görebileceğimiz bir özellik. Bir karakter, ötekinden daha iyi olmak zorundadır ki yanında duran o “kötü” karakter, başkarakterimizi parlatsın. Bakın, mesela Kral Katili Güncesi’nde başkarakterimiz olan kızıl kafamız, canımız ciğerimiz Kvothe müzik konusunda akıl almaz derecede yetenekli. Öyle ki en az kendisi kadar müziğe ilgi duyan bir diğer karakterimiz Denna, onun yanında sadece hevesli bir kız olarak kalıyor. Aşırı güzel ve birçok konuda yetenekli olan Denna’nın, müzik konusunda Kvothe kadar becerikli olmaması sayesinde Kvothe’nin ne kadar dehşet yetenekli olduğunu görüyoruz ve buna ikna oluyoruz.
Benzer şekilde Harry Potter serisindeki Slytherinlerin yüzü haline gelmiş karakterimiz Draco Malfoy, apaçık bir şekilde Harry’nin ne kadar iyi kalpli olduğunu gösterme görevini layıkıyla yerine getiriyor kitapta. Harry ne yaparsa onu yapmaya çalışıyor fakat eninde sonunda eforları patlıyor. Harry, böylece parlıyor. Daha becerikli gözüküyor. Bir başkasının yapamadığı bir şeyi çaba sarf etmeden yapıyor. Bir de seçilmiş kişi olduğu gerçeği var tabii ama oraya hiç girmeyelim şimdi.
Yüzüklerin Efendisi serisinde aynı yüzükten farklı şekillerde etkilenen Gollum ve Frodo’yu da örnek gösterebiliriz. Gollum da Frodo da bir şekilde yüzükle bağlantı kuruyor, yüzüğün çekim gücüne karşı koymakta güçlük çekiyorlar. İkisi de yüzük ile temas ediyor. Frodo, sonsuz sadakatiyle yüzüğün etkisine müstesna bir mukavemet gösteriyor. Gollum ise deliriyor, yüzüğe tapan bir karakter haline geliyor. Frodo da bu sayede parlıyor.
Bu tür karakterlere Batı edebiyatında “foil” diyoruz. Foil karakterlere daha birçok örnek verebilirim: Sherlock ve Watson, Romeo ve Mercutio, Emilia ve Desdemona, Iron Man ve Kaptan Amerika…

Bazı durumlarda ötekileştirdiğimiz karakter, safını tuttuğumuz karakterin en yakın arkadaşı olabiliyor. Öyleyse hiyerarşiyi çöpe attık mı demek oluyor bu? Hayır- Sadece bu karakterlerin belli açılardan birbirlerinin zıt özelliklerini parlattığı manasına geliyor, hiyerarşi de okura kalıyor. Örneğin Civil War filminde Iron Man de Kaptan Amerika da apayrı tarafları tutuyorlar fakat film bize neyin doğru neyin yanlış olduğunu söylemektense aynı duruma farklı tepkiler gösteren iki karakteri fırlatıyor ve taraf tutmayı bize bırakıyor. Aynı şekilde Draco’nun “kötü” olduğunu söylesek de farklı türden okumalar yaparak onun aslında “kötü” olmadığını düşünenler de mevcut. Edebiyatın güzel yanı da bu aslında- Tek bir doğrumuz yok. Epey sübjektif.
Çok konuştum, özet geçeyim artık. Edebi eserler, birbiriyle çatışan kavramlar üzerinde var oldukları zaman birini “öteki” haline getirerek onu diğerinin bir tarafına hiyerarşik olarak konumlarız. Karakterler birbirlerini parlatabilirler, birbirlerinin takdire şayan özelliklerini gün ışığına çıkartmak için belli karakteristik özelliklere sahip olabilirler. Bu durumda yine birini belli açılardan ötekileştirir, onun tarafını tutarız. “Abi yüzük benim olsa ben de kıymetlimisss diye etrafta dolanırım, ne var yani” diyebilirsiniz örneğin, şaşırmam. Gollum’un kötü olduğunu ben söylemedim çünkü. Hiyerarşiyi okur oluşturur.
Çok konuştum dedikten sonra yüz kelime daha ettim ya, benim hayatımın özeti de bu işte. Eh, şu koskoca yazıda saf bilgi verip ders anlatmaktansa sohbet etmeye çalıştığımı hissedebilmişsinizdir umarım. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere diyorum, o halde!