Emma, Jane Austen’ın göz bebeği olarak nitelendirebileceğimiz, bilinene göre en sevdiği romanı. Austen, romanın baş kişisi Emma’nın, çok fazla sevilmeyecek birisi olduğunu ama kendisinin buna rağmen ona çok değer verdiğini söylüyor. Fikrimi soracak olursanız, açıkçası bence Emma’nın sevilmeyeceği konusunda pek yanılmamış. Bu yazımda ise Austen’in çok sevdiği bu romanı ve ondan esinlenilerek yapılmış bir lise romantik komedisi olan Clueless’tan bahsedeceğim.
Emma Woodhouse, oldukça zengin ve varlıklı bir ailenin, güzel ve alımlı küçük kızı. Annesini küçükken kaybetmiş olması ve ablasının evlenmesi ile Hartfield’daki evlerinde babası ile tek kalıyor. Tüm gününü çevresindeki insanları birbirine yakıştırmak, çay partilerine gitmek gibi aktivitelerle geçiren genç kızımız, özünde iyi bir karaktere sahip olsa da yazar, özellikle romanın başlarında bizi bu iyilikten uzak tutarak daha burnu havada, insanların özel hayatına karışan taraflarını gözümüze sokuyor. Bana kalırsa bu kızımız başka hiçbir işinin olmamasının bir sonucu olarak match-makelemek dedikleri bu işi biraz abartmış ve gereğinden fazla muhattabı olmuş durumda, çünkü insanların özel hayatına karıştığı yetmiyormuş gibi, bunu romanın geçtiği yüzyılın bir getirisi olan sınıf ayrımcılığı ile yapıyor.
Yani, eğer zengin ve okumuş bir kadınsanız, kasabanın en iyi erkeklerinden birine layık olabilirsiniz ancak alt sınıfa mensup, onların tanımı ile sıradan biri iseniz böylesi bir beyefendiyi ancak rüyanızda görüp, kendiniz ile eşit olan biri ile evlenmeniz gerekir. Emma, tamamıyla böyle bir anlayışın ortasında büyümüş, oldukça zeki ve yetenekli bir kız. Kitap boyunca bulunduğu çevrenin de getirisiyle match-makelemek hususunda kırdığı potları ve tüm bunlar yaşanırken kişiliğinde gördüğümüz değişimi okuyoruz.

Clueless ise aynı çerçevede işlenmiş, modern bir Emma’yı konu alıyor diyebiliriz. Şunu söyleyebilirim ki bir romandan esinlenmek söz konusu ise, Clueless bu konuda Emma’yı çok güzel anlamış ve anlatabilmiş. Karakterleri ve olaylarıyla tam anlamıyla hayatının içinden alınmış, izleyiciye keyif verebilen bir film. Alicia Silverstone’un sempatikliği ve güzelliği yüzünden mi yoksa olayların işleniş şekilleri yüzünden mi bilmiyorum ama Emma’nın aksine Cher’i bayağı sevdiğim söylenebilir. Cher bazı konularda biraz daha ılımlı yaklaşabilen ve bunun yanında yakın arkadaşının biraz kötü birine dönüşmesi gibi olaylar yaşayarak iyi yönünü de ortaya koyabilmiş bir karakter. Aynı zamanda kendisini geliştirmesi gereken bir nokta olduğunda bunun üstüne gitmesi gerektiğinin farkında.
Yazımın bu kısmından sonrası söylediklerimi desteklemek ve istediğimi anlatabilmek için vereceğim spoilerlarla dolu olacak o yüzden kitabı okumadıysanız devam etmenizi tavsiye etmiyorum.

Emma’nın babasına olan düşkünlüğü ve tüm bunları aslında iyi niyet ile yapıyor oluşu ise onun iyi tarafını ön plana çıkarsa da roman boyunca kırdığı potlar onu şu zamana kadar okuduğum romanlar arasındaki en itici kişi yapmaya yetti. Bu yazıdaki niyetim Emma’yı kötülemek değil ama “düşük sınıf” olduğunu iddia ettikleri en yakın arkadaşı Harriet’i, bir şeyler hissettiği ve hali hazırda ona evlenme teklifinde bulunmuş olan Robert Martin yerine oldukça zengin biri olan Bay Elton’a heveslendirip, daha sonraları Bay Elton’ın Emma’ya bir şeyler hissettiği ortaya çıktığından beri kendisiyle aramızda biraz mesafe var.

Demem o ki kızımız biraz, kendi bildiğinin en doğrusu olduğundan emin, hafif burnu havada bir karaktere sahip. Sürekli insanları kafasında eşleyerek onların evlenmesi gerektiği kanısına varan Emma, konu kendi hayatı ve evliliğine geldiğinde tamamıyla uzak kalarak, evlenmeye ihtiyacı olmadığını çünkü yeterince varlıklı ve yüksek sınıf birisi olduğunu düşünüyor. İşler ise pek planladığı gibi gitmiyor çünkü zaman zaman ufak tefek heyecanlar beslediği Frank Churchill’in yanında, kitabın sonlarına doğru büyük bir aşk beslediğini fark edeceği Henry Knightley ile evlenmesi gibi olaylar bize onun kişiliğindeki büyük değişimi gösteriyor.

Emma’nın günlük hayatını anlatmasının yanında 19. yüzyılın günlük yaşantısını ve sınıf ayrımını mükemmel bir şekilde romana işlemiş olan Austen, bize o dönemin zenginlerinin günlerini nasıl geçirdiğini, neler yaptığını da gösteriyor. En büyük dertleri bile günlük, ufak tefek aktiviteler olan bu insanların yaşam stillerini bir yandan eleştiriyor da. Oldukça varlıklı, genç ve yakışıklı birisi olan Frank Churchill’in sadece bir saç kesimi için Londra’ya gitmesinin romandaki diğer kişiler tarafından eleştirilmesi, Emma’nın kendisinden biraz daha alt sınıf biri olan Harriet ile arkadaşlık yaparak onu geliştirmeye çalışması ve bu arkadaşlığın ilk başlarda Knightley tarafından eleştirilmesi, insanların tüm gün birbirlerine çaya gidip, basit mevzular hakkında konuşması… Üstelik bu aktivite erkek ve kadın olarak ayrılmıyor bile çünkü romandaki insanların en ufak bir dert tasası olmaması onları sürekli bu aktiviteye itiyor.
Emma, bir Rus romanında parasızlıktan paltosunu satmış insanların ruh halini veya siyasi mücadele verirken hayatını kaybetmiş Fransız romanı kişilerinin hayatlarını konu almaktan uzak- Sizi gerçekten 19.yüzyılın tam ortasında, kasabadaki evlerden birinde çaya davet edilip çilek yemişsiniz gibi hissettirebilecek bir roman. Austen, kişileri çayınızı yudumlarken izleyebileceğiniz İngiliz pembe dizilerinden birer insanmış gibi yazmış. Kaldı ki Jane Austen’ın ne kadar büyük bir yazar olduğunu ele alırsak, büyük ihtimalle İngilizlerin pembe dizi yazarları, karakterleri için Austen’in romanlarından etkileniyordu ve elbette ki Austen’in romanlarından etkilenmekten bahsetmişken Clueless gibi resmen modern bir Emma’nın işlendiği bir romantik komedi filminden bahsetmemek olmazdı.

Kişilerin karakter özellikleri çoğunlukla aynı ve olaylar çoğunlukla paralel ilerliyor. Cher, Emma’nın Harriet’e yaptığı gibi okula yeni gelmiş, popüler olmayan Tai’ye daha bakımlı ve alımlı biri olması için yardım ederken onu, Tai ile ilgilenen Travis’e rağmen kendi takdirini kazanmış, popüler birisi olan Elton ile eşleştirmeyi ihmal etmiyor. Ancak tıpkı romandaki Emma ve Bay Elton gibi, bu çöpçatanlık serüveninin sonu Elton’ın Cher’e teklifte bulunması ile bitiyor. Bunun yanında tıpkı Emma gibi filmin başında birisiyle ilişkide olmak gibi bir endişesi olmayan, hatta bunu istemeyen Cher, filmin sonuna doğru eski üvey kardeşi Josh’a romantik hisler beslemeye başlıyor.
Bu noktada romanda da, filmde de kıskançlığın kuvvetli bir rolünü görüyoruz çünkü Cher de Emma da hislerini yakın arkadaşları Tai ve Harriet’in asıl oğlana bir şeyler hissetmeye başlaması ile fark ediyor. Bir şeyleri kaybetme korkusu insanları her zaman bir şey yapmaya iter, bir şey yapmıyorlarsa korkmuyorlardır. Cher’in de, Emma’nın da bu yöndeki korkusunu görüyor ve hissedebiliyoruz çünkü hisleri ve yakın arkadaşları arasında küçük bir mücadele veriyorlar. Kaldı ki küçük bir mücadele derken ciddiyim çünkü romandaki Harriet’imiz 17 yaşında, her gün bir başkasına heveslenen, saf biriyken, filmdeki Tai’miz de Travis’e olan hislerine geri dönüyor. Harriet’in de bu şekilde Robert Martin’e dönmesi sonucu kitaptaki ve filmdeki tüm çiftler kendi dünyalarında, mutlu oldukları insanlarla birlikte oluyorlar.

Tüm bu döngünün ortasında biz, hem bir lisede hem de 19. yüzyılın bir İngiliz kasabasında Emma ve Cher ile match-making yapıp kötü sonuçlandığı zaman ikisini de suçlayarak harika vakit geçiriyoruz. Romanda da, filmde de sevdiğim ve sevmediğim çok fazla karakter var ve sanıyorum ki Austen’in özelliklerinden biri de eserlerine çok fazla kişi eklemesi ama Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri ve RUS İSİMLİ onca karakterinden haberdarsanız, Austen’in bu olayı sizin için küçük bir spor antrenmanı gibi kalıyor.
Romanda en sevdiğim karakter olan Henry Knightley’in, bana bir kadın tarafından yazılmış erkek karakterlerin kalitesini tekrar kanıtladığını söyleyebilirim. Zaman zaman haksız olduğunu düşündüğüm konular olsa da, sürekli bir şeyleri tartışıyor oldukları için romanın başından beri Emma’ya gerçekleri söyleyebilen tek kişi olduğu da bir gerçek. Clueless’ın Josh’undan da tam olarak bu havayı alıyorsunuz, üstelik o Paul Rudd gibi mükemmel sempatik bir oyuncu tarafından canlandırıldığı için gözlerinizi de mutlu ediyor.

Kitabı okumak da, filmi izlemek de bana çok keyif verdiği için ikisinden de bayağı zevk aldım. Umuyorum siz de tüm huysuzluklarına rağmen keyif alabilmişsinizdir, çünkü kitabın kapağını kapattıktan sonra açıp bir de filmi izlemenin kafa dağıtmak için eşsiz bir aktivite olduğunu düşünüyorum. Benzer noktaları match-makeleyebildiğiniz için ayrı bir keyif alıyorsunuz!