Robotik kollar bana bugünkü kahvemi hazırlarken yorgun gözlerle onları izledim. Her zamankinden- Az sütlü filtre kahve. Asura’nın kıskacından cam bardağı çektim, soğuk ellerimi ısıtması için üzerinde dumanlar tüten kahve bardağına sardım ve salonun kenarındaki masaya çöktüm. Bugünü tek başıma, öylece oturarak geçirmeye iznim vardı. Çünkü bugün laboratuvara inmeyecektim, bugün Gece Güneşi ile uğraşmayacaktım, sayfalarca rapor okuyup kendimi dahi tatmin etmeyen bulguları, her defasında sanki çok önemli bir şey başarmışız gibi sevinen diğer astrobiyologlara yollamayacaktım.
Yirmi iki yıllık hayatımın ilk boş günüydü. Biraz şımarmaya iznim de vardı, vaktim de.
B+ derece yalıtımlı evimin (benim gibilerin A+ yalıtıma erişimi yoktu) küçük penceresinden dışarıya bakabiliyordum. Aslına bakarsanız bu bir avantajdı zira çoğu evde pencere yoktu- İnsanları yapay iklim değişikliğinin olumsuz etkilerinden korumak için aldığımız önemlerden yalnızca biriydi bu. Asura’ya antik klasiklerden birini çalmasını söyledim, hoparlörlerden yankılanan Mozart eşliğinde kızıla çalan gökyüzünü izlerken kafamdan işim ile ilgili tek bir düşünce geçmiyordu.
Vay be, bir insanın hayatından uzaklaşması gerektiğinin farkına varması için tek gereken şey, bir doğum günüymüş! Kim bilebilirdi ki?
Asura’ya bana bu gece için bir sürprizi olup olmadığını sordum. Aslında espri yapıyordum fakat yapay zekanın espri kabiliyetinin olabilecek en düşük seviyede olduğunu bir anlığına unutmuş olmalıyım. Asura, yirmi iki yıldır, hayır, bilmediğim kadar daha fazla süredir beni yalnız bırakmayan o robotik sesiyle bana hiçbir sürprizinin olmadığını söyledi. Olsaydı da ne fark edecekti ki zaten?
Bugün yalnızca benim doğum günüm değildi. Doğum günümü, çağımızın en büyük buluşlarından birisiyle de paylaşmanın mutluluğu içindeydim. Yaklaşık dört-kopya önce, yani yetmiş sene ediyor, Dünya gezegeninin gereğinden fazla ısındığını keşfetmiştik. İklim değişimi bundan çok, çok uzun süre önce başlamıştı elbette fakat başlarda insanların kendi hataları yüzünden meydana gelen bu olay, karşı konulamaz bir hal almaya ve önüne geçilemez bir biçimde hızlanmaya başladığında artık hatanın yalnızca insanlarda olmadığı ihtimalini göz önünde bulundurmaya başlamıştık. Bütün şüphelerimiz, gezegenin geçirdiği en sıcak yaz günlerinden birinde, küçük laboratuvarında yağmur sularını inceleyen bir mikrobiyolog sayesinde doğrulandı. Şimdilerde hemen hemen her evde küçük bir heykeli bulunan Doktor Ashen, gezegenin ısınmasının tek sebebinin insanların hatası olmadığını teyit etti.
Bunun anlamı, gezegene dışarıdan müdahale ediliyor olduğuydu. Bütün bu bulgular, komplo teorisyenlerinin eline çok büyük bir koz verdi ve uzun yıllar boyunca savaştığımız bağnazlık, bir kez daha insanlığın en büyük derdi olmaya başladı. Doktor Ashen’in laboratuvar sonuçlarını epey ciddiye alan Çin ve Rusya hükümeti, ona en büyük desteği kimin sağlayacağı konusunda sessiz bir savaşa bile başladı- Binlerce vaat sıralandı, toplantılar yapıldı, basın demeçleri verildi. Sonunda Rusya galip geldi ve başlarda yalnızca evinin salonuna kurduğu laboratuvarımsı bir düzenek sayesinde çalışmalarını yürüten Doktor Ashen, çalışmalarına Rusya’daki devasa laboratuvarında ve bir bina dolusu çalışanıyla devam etti.
Yetmiş sene önce bugün, işte bu büyük laboratuvar binalarından birinde, dünya atmosferinin her yanına yayılmış fosfor-bazlı canlılar keşfedildi. O ana kadar karbon-bazlı olmayan herhangi bir canlıya rastlamamıştık. Fakat bu fosfor-bazlı canlılar, ne hikmetse, gezegeni büyük bir hızla ısıtıyor ve dünyayı karbon-bazlı canlılardan arındırmaya yemin ediyor gibilerdi.
Astrobiyolog olmaya o anda karar vermedim. Aslına bakarsanız ben zaten o zamana kadar Doktor Ashen’in asistanlığını yapıyordum. Rusya’ya gitme fikri aptalca gelmişti, evimi terk etmektense asistanlıktan istifa etmenin en doğrusu olduğunu düşünüyordum. Zira gezegenin ısınmasını takip edeceğimiz laboratuvarın gezegenin en soğuk yerlerinden birinde konumlandırılması gerçekten kulağa absürt geliyordu. Doktor Ashen, beni bunun en güvenli seçenek olduğuna inandırdığında istifamdan vazgeçtim ve onunla beraber Rusya’ya taşındım.

“Asura, yeteneklerin arasında pasta yapmak var mı?”
“Ben sizin dileklerinizi yerine getirmek için kodlandım, Bayan Hampton.”
Basitçe “Evet” demek yerine her seferinde böyle şeyler söylemesine alışmıştım artık. Başlarda irrite edici gelse de bunu bir norm olarak kabul edince her şey düzene girmeye başlamıştı. Eh, o da öyle biriydi işte. Öyle kabul etmek lazımdı.
“Çikolatalı pasta yap.”
Neyse işte, Rusya’ya taşındım ve Gece Güneşi adını verdiğimiz bu yeni organizmayı Doktor Ashen liderliğinde keşfeden ekibin içinde yer aldım. Bu varlığı, ister istemez, şeytani emellerle birleştirmiştik kafamızda. Bu yüzden ona şeytanın isimlerinden birisini vermeyi düşündük. Lucifer ismi esasen “ışık taşıyan” manasına gelir, “Sabah Yıldızı” olarak da bahsedilebilir. Fakat beyaz fosfor, ışığı çok hafifçe yayar. Bu organizma, geceleri de ışıtıyordu. O yüzden Gece Güneşi dedik, öyle kaldı.
Günlerimizin tamamı absürt derecede büyük mikroskoplardan, fosfor dışında herhangi bir şeye benzemeyen fakat bir şekilde hareket edip çoğalan bu organizmayı incelemekle geçiyordu. Fosfor-bazlı organizmalar konusunda deli gibi fikir sahibi olmuştuk. Gerçi “Organizmalar” demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü hala bunlardan başka var mı bilmiyoruz. İzlerini nasıl takip edeceğimizi de bilmiyoruz. Cassiopeia A’dan, meteorlar aracılığıyla gezegene düştüğünü tahmin ediyorduk. Hayat bir yolunu buluyor ya, dünyada da bir yolunu bularak çoğalmayı başarmıştı demek ki. Güneş ve Gece Güneşi bir olup gezegeni ısıtıyordu, tahmin edemeyeceğiniz kadar hızlı bir biçimde hem de.
Ömrümüz bu organizmayı anlamaya yetmeyecekti. Litosferde bol bol bulunduğunu keşfettik, arkasında hiçbir iz bırakmadan gelip buraya yerleşmiş gibiydi adeta. Her şey çok saçmaydı. Üstelik biz, bir yere varamadığımız çalışmalarımızı yapmaya devam ederken Gece Güneşi de çoğalıyor, ısınıyor, tepkimelere giriyordu. Önlem almak için gezegeni yapay yollarla soğutmaya başladık. Solar jeomühendisleri, gökyüzünden gelen ışınları geri yansıtan küçük parçalar üretti ve volkan patlamalarını taklit ederek bunları havaya saçmaya başladı. Evler beyaza boyandı, sokaklar, kıyafetler… Saflığın rengi. Pür beyaz. Kırmızı gökyüzü ile tuhaf bir tezat oluşturuyor.
Yetmiş sene sonra, gökyüzü hala kırmızı. Çünkü beyaz fosfor o kadar çok ışık aldı ki artık atmosfer kırmızı fosforla dolu, bizim de kızıl bir gökyüzümüz var. Gökyüzü her sabah damarlarımızdaki kanı, ölümlülüğümüzü bize fısıldıyor. Zayıflığımızla dalga geçiyor. Unutmamıza izin vermiyor. Bir zamanlar umutla baktığımız güneş, kızgın gözüküyor. Bizi lanetliyor. Bize her sabah, bir yok oluşun ortasında uyandığımızı hatırlatıyor.
Yok olan ormanlar, buharlaşan denizler, soyu tükenen canlı türleri, kan çanağı bir gökyüzünün altında neredeyse bir hiç uğruna çabalayan bilim insanlarının eline bakıyor. Umut dışında bizi harekete geçiren pek bir şey yok. Umut ediyoruz.
Doktor Ashen’in intiharının üzerinden birkaç yıl geçti. Asistanlığı bırakıp kendi çapında deneyler yapan bir astrobiyolog olarak hayatıma devam etmem de birkaç senedir sürüyor demek oluyor bu.

İnsanların en gelişmiş tür olduğu söylenir. Bu birçok açıdan doğru, birçok açıdan da doğrudan en uzak şeydir. Gezegende yalnız olmadığımızı öğrendikten sonra sergilediğimiz soğukkanlılık gerçekten takdire şayan, bunu kabul etmeliyim. Bu konuda çalışmalar yapmak için Dünya hükümetlerinin birlikte çalışmaları, gezegeni kurtarmak için ellerinden geleni ardına koymamaları, Mars’ı kolonileştirme çalışmalarının hız kazanması… Bunlar harika şeyler. Mükemmel bir beynimiz var. Hikâyeler üretiyor, şarkılar yazıyor, yemek yapıyor, dans ediyor, gökyüzüne bakıp hayaller kuruyoruz. Birbirimizi seviyor, tanımadıklarımızın dahi elinden tutuyoruz. Çekinmiyoruz, yardıma koşuyoruz.
Bir diğer yandan da vahşi bir doğaya sahibiz. Bunun su götürmez bir gerçek olduğunu, laboratuvarınız komplo teorisyenlerinden oluşan terörist bir grup tarafından yağmalandığında anlıyorsunuz. Kaç yıllık çalışmalarınız yok oluyor. Örnekleriniz mahvoluyor. Yeniden başlıyorsunuz. Ayrıca birçok açıdan kırılganız. Neresinden bakarsanız bakın, ömrümüz seksen sene. Modern tıp el verdiğince uzattık, bu doğru fakat yetmiyor. Öğrendiklerimizi başkalarıyla paylaşıp onların da biz öldükten sonra kaldığımız yerden istediğimiz doğrultuda devam etmesini umut ediyoruz yalnızca.
Ömrümüz yetmiyor. Bu yüzden, anı aktarımını, yani kendimizi klonlamayı öğrendik. Her seferinde ölüyoruz, yeniden doğuyoruz. Klonlarımızın bizim yerimize geçmesi yirmi iki yıl alıyor. Bu da her klonun yirmi iki yıl ömrü var demek. Dünya, Güneş’in etrafında yirmi iki defa dönüyor, saat öğlen on ikiye geliyor ve puf! Ölüm vakti.
Kulağa geldiği kadar korkunç değil. Beyin, dehşet bir organ. Anı aktarımından sonra size asla öldüğünüzü hatırlatmıyor. Öldüğünüzü biliyorsunuz, doğal olarak, yeni bir bedenin içindesiniz sonuçta. Eskisinin aynısı ama yeni bir beden işte. Yalnızca nasıl öldüğünüzü bilmiyorsunuz. Ölürken ne hissettiniz? Acılı mıydı? Bilmiyorsunuz. Ölümü defalarca tecrübe ediyor, asla hatırlamıyorsunuz. Biraz ironik aslında.
Ben, dördüncü klonum. Bugün benim son günüm. Beşinci klon, Asura’nın anı aktarımı prosedürünü gerçekleştirmesinden sonra, yarın uyanarak kaldığım yerden devam edecek.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu fikir hoşuma gitmiyor. Laboratuvarda üretilmiş olma fikrinden nefret ediyorum. Sürekli ölüyorum, ömrümü bir idam mahkûmu olarak geçiriyorum. Eski hayatımı hatırlamıyorum. Annem kimdi? Babam? Bir kız kardeşim vardı, hatırlayamıyorum. Işık kirliliğinden önce gökyüzü nasıldı? Yıldızlar neye benziyordu? Hatırlayamıyorum. Bir astrobiyolog olarak, bir insan olarak, evrendeki küçük bir nokta olarak yıldızları hatırlayamamak canımı yakıyor. Yapabileceğim hiçbir şey yok. Yirmi ikinci doğum günümü bekliyor, yerime geçecek olan diğer kopyamın da en az benim kadar güzel bir hayat geçirmesini diliyorum sadece. Elimden gelen bu.
Önümde küçük bir çikolatalı pasta duruyor. Saat neredeyse on iki olmuş. Bunun ne anlama geldiğini biliyorum.
Ayağa kalkıp küçük pencereyi açıyorum. Bu yaptığım şey epey sağlıksız ama birazdan olacaklar da pek sağlıklı değil zaten. Masaya geri dönüyorum. Oda arkadaşım olan emektar ev-robotum Asura’nın yaptığı çikolatalı pastanın üzerindeki küçük mumları yakıyorum. Parmaklarımı, alevin üzerinden geçiriyorum. Beynimin son dakikalarında da bana acı hissettiğimi hatırlatması hoşuma gidiyor. Sanki yolun sonuna gelmemişim gibi. Bu esnada Asura, son kullanma tarihimin geldiğini bir kez daha hatırlatıyor.
Mumları üflemeden önce, gözlerimi kapatıp bir dilek tutuyorum.
Hatırlamak istiyorum.
—
Diğer öykülerimiz için Atölye kategorimize bakabilirsiniz!