“Fevkalade.”
Kâğıdın pürüzlü dokusunda gezinen kalem yer yer sıçratarak küçük mürekkep noktalarıyla işgâl ettiği kısımların haricinde anlamlı bir iz bırakmıştı. Bu iz, Mirliva Osman Suphi Paşa’nın cömert imzasıydı.
“Başka bir ihtiyacınız var mı?” Kâğıda eğilmiş kafasını oynatmadan, gözlüğünün üzerinden huzurundaki iki kişiye sırayla uzun uzun baktı.
Soldaki adam epey uzun boyluydu ancak kemikleri incecikti. Suratı da sırf kemikti; elmacık kemikleri epey dışarıdaydı. Bu karikatürize görünüşüne eşlik eden, inek yalamışçasına sağdan sola taranmış saçları ve yuvarlak gözlük çerçeveleri vardı. Adam Fransa’da o kadar uzun süre eğitim almıştı ki Türkçe’yi bir frankofon aksanıyla konuşuyordu.
“Yok paşam. Allah sizden, Harbiye Nâzırı Ali Şevki Bey’den ve cümle Ordu-yu Hümayun’dan gani gani razı olsun!”
Bu cümleden önce sağdaki görece kısa boylu, muhtar bıyıklı, dolgun yanaklı adamla birkaç saniye teyit maksadıyla bakışmış, küçük hareketlerle kafalarını sağa sola sallayarak hatırlarında başka bir mesele olmadığını birbirlerine ifade etmişlerdi. Sonra bu adam da bir methiye kervanı düzme gereği hissetmiş olacak ki:
“Allah’ım sizlere güç, kuvvet, kudret versin paşam! Allah’ım sizleri her işte muzaffer eylesin inşâllah!”
Osman Suphi Paşa övgüleri ve iyi dilekleri dilerken kalemini bıraktı. Bir eline kağıdı alırken, diğeriyle gözlüğünü yerine oturtmak için gösterişsiz bir hareket yaptı. Konuşmalar bitince kafasını tekrar adamlara doğru kaldırdı ve kağıdı uzattı.
“Allah sizlerden de razı olsun. Var olun.” Ciddiyetle söylenmiş ancak sürekli tekrarlandığı için eskimiş bir dileği çağırdı sesi.
Gururla kafa sallayan iki adam kağıdı aldılar, ulağın kapıyı açmasıyla gösterişli odanın dışına adım attılar. Ulak da odadan çıkıp arkasından kapıyı kapatmıştı. Adamlar birbirine sevinç ve şaşkınlıkla bakarken ulak onları bir iki adım öteden izledi. Ancak sonrasında dayanamayıp söze daldı.
“Vallahi şanslısınız. Ne gördüm ne işittim daha evvel böyle bir şey. Bir kâğıt geldi, paşa baktı, fevkalade dedi ve imzasını atıverdi.” Suratında memnuniyetsiz, huzursuz bir ifade vardı ulağın.
“Ya? Sıkı mıdır normalde? Bana pek canayakın, pek idraklı bir beyefendi gibi geldiler,” dedi frankofon olan.
“Mümtaz Bey, beyefendiler hakikaten beğenmişler demek ki; ne güzel işte, ne mutlu bize!” dedi görece kısa olan.
“Yahu, tabi efendim, tabi efendim ne mutlu bizlere de, Sadullah Beyciğim öyle deyince; paşam aklıselim sahibi insanlara, feyizli projelere (bu kelimeyi baskın bir Frenkçe etkisiyle söylemişti), bilhassa bunca meşgaleye hiç mi izin ve inayet bahşetmemişler?”
Sadullah Bey gözlerini tavana doğru dikerek bir müddet düşünceye daldı.
“Paşam elbette faideli, feyizli işlere inayet buyurur, dediğim diyeceğim o değildi efendi.”
“Ya ne idi?” dedi Mümtaz Bey.
“Sizin proje,” Mümtaz Bey’in frenkçesini taklit ediyordu, “biraz gaipten gibi geldi bana. Nasıl mümkün olur bilemedim.”
Mümtaz Bey sahte ve abartılı, pes bir kahkaha atmıştı. Bunu yaparken kafasını da tiyatral bir şekilde sağdan sola vurdu.
“İlahi, Sadullah Beyciğim! Yahu yıl 1310! İlmî ve fennî gelişmelerden bîhabersiniz belli ki. Ancak İngilizce’niz yahut İtalyanca’nız varsa sizlere birkaç makale okutmak ve zihninizi açmak isterim.”, sesindeki tiyatrallık yerini bizzat cehâlete duyulan öfkeye bırakmıştı. Son cümleyi söylemekten çekinmişti, ancak söyleyivermişti işte! Bir cahile haddini bildirmek istemişti kendi kanaatince.
“Yok! Yok! Olur mu öyle şey! Tamam Mümtaz Beyciğim, tamam yahu!” görece kısa boylu olan konuyu kapatarak araya girmeye yeltendi.
“Yok Remzi Bey! Hiç zahmet etmeyin! Bu jöntürkler, Frenk elinde baldırdan baldıra koşarken biz 93 Harbi’nde cephede mermi erittik.”, üç adam arasında en kısa olan da, en yaşlı olan da paşanın ulağı Mülazım-ı Sanî Sadullah Bey idi. Ancak bu yaşına ve rütbesine bakılacak olursa, pek parlak bir ordu mesaisi olmamıştı.
“Teessüf ederim! Frenkçeyi, İtalyancayı baldırlardan öğrenmedik herhalde!”
“Dudaklardan öğrenmişsinizdir efendi!”
“Sükûnet yahu! Edep yahu!” dedi Remzi Bey. “Paşanın huzurunun hemen ötesindeyiz!” Kalın kaşları çatılmış, kısa dolgun suratına utanç ve öfke yerleşmişti.
Diğer iki beyefendi de bu laf sillesinin ardından mahcup bir ifade takınmış; sadece mimiklerin izin verdiğince birbirlerine olan hazımsızlıklarını dile getirmekteydiler.

Yine de bu mahcubiyet biraz geç edinilmiş olacaktı ki, paşanın makamının kapısı hızlıca, kuvvetli bir gürültüyle açıldı. Paşanın gizemli yüzü, merak haricinde herhangi bir duygunun okunmasını engelliyordu. Mümtaz Bey ve Sadullah Bey’i karşılıklı, Remzi Bey’i de onların arasında gördüğünden olacak ki durumu kavrayıp söze girmesi uzun sürmedi.
“Sadullah Efendi, beyefendilere tahsis ettiğimiz odayı bir gezdiriver. Taşınacak bir şeyleri varsa yardım et. Bir de neymiş ne değilmiş iyice anla, bana haftalık rapor ver, oldu mu?”
Sadullah Bey iyi bir emir kuluydu. Orduya, üstlerine ve tabii Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’ye karşı büyük bir aidiyet ve bağlılık hissediyordu.
“Tabii paşam, emriniz olur!” diyerek selam verdi. Bu sırada diğer adamlar da tertiplenmiş, paşaya dönmüşlerdi.
Paşa diğer iki adamla göz göze geldikten sonra başıyla küçük bir onaylama jesti yaptı. Hala kapının iç kolunda olan eli, paşa gerisince yürürken kapıyı ardından kapattı.
“Bak Sadullah Bey, takdir-i ilâhî; öyle ya da böyle bizim işimizi gözetmen, öğrenmen gerekecekmiş.” dedi Mümtaz Bey.
“Haydi, yürüyün. Şu taraftan efendiler.” dedi Sadullah Bey. Sesinde keyifsiz bir sıkkınlık vardı.
“Önce edevâtı alalım, arabadan indirdiğimiz gibi duraktaki değnekçiye emanet ettik.” dedi Remzi Bey.
Üç efendi kışlanın çiftlik çıkışına doğru ilerlemeye koyuldular. Bir müddet sonra vardıklarında Sadullah Bey kutuların sayısına hayret etti. Ancak en çok da iki arşın yüksekliğindeki telli, tepsili bir alete karşı hayret etti. Sonunda büyük aleti Mümtaz Bey ile Remzi Bey’in taşımasında, Sadullah Bey’in ise küçük dört beş kutuyu taşımasında mutabık oldular. Değnekçilerden biri de kalan iki kutuyu taşıyor ve peşleri sıra geliyordu.
“Bu kutuları kurcalamadınız değil mi efendi?” dedi Remzi Bey değnekçiye.
“Yok efendi, elimizi dahi sürmedik.”
“Elinizi sürüyorsunuz efendi, taşıyorsunuz ya.” Muzipçe sırıttı.
Değnekçiyle Sadullah Bey de sırıtarak karşılık verdiler. Mümtaz Bey düşünceli bir şekilde aletin asıl yükünü kendisinin taşıyıp taşımadığını anlamaya çalışarak yola devam etti. Aşağı yukarı beş dakika içinde kışlanın güneyindeki, eskiden ahır olarak kullanılan ancak şimdi iyice yenilenip üç dört oda olarak inşa edilmiş çok amaçlı odalardan birine vardılar.
Sadullah Bey anahtarı cebinden çıkarıp bir kapıyı açtı. İçeride bir masa, birkaç iskemle, bir koltuk, bir elektrik lambası, bir çalışma masası ve sandalyesi vardı. Mümtaz Bey ve Remzi Bey odanın içine girerken gözleri büyüdü. İkisi de elektrik lambasına bakıyorlardı.

“Şimdi buraya Haliç’ten elektrik mi geliyor?” dedi Remzi Bey.
“Evet. Elektrik kışlalar arasında ilk bize nasip oldu.” dedi Sadullah Bey.
“Yaygın değil herhalde? Paşanın odasında görmedim.” dedi Mümtaz bey. Şaşkındı.
“Tesisatı zor diyorlar. Ahşap yapılara cesaret edemediler. Ama yakında o da olur.”
İkili, ellerindeki büyük cihazı, masayı aralarına aldıktan sonra indirerek yavaşça üzerine oturttular. Masanın ayakları gıcırdadı. Mümtaz Bey eliyle masayı şöyle bir iteleyerek mukavemetini ölçmeye çalıştı. Sonrasında tatmin olmuş olacak ki dikkati tekrar lambaya kaydı. Yanına doğru ilerledi.
“Vallahi tıpkı Paris’teki gibi.” diyerek lambanın yanındaki anahtarda bulunan düğmeye bastı.
Ve akkor haline gelen ince tel, oda duvarlarının ve tavanının engellediği günışığının intikamını alırcasına odadaki tüm karanlığı dağıtmaya yetti.
“Sadullah Bey, buna inanabiliyor musunuz?” dedi Mümtaz Bey, iğneleyici bir edayla.
Sadullah Bey konunun nereye gittiğini anlamıştı ancak tekrar rezillik çıkarmak da istemiyor gibiydi. Bu nedenle cevap vermedi. Bu kadar uzun süre karşılık alamayan Mümtaz Bey, gözünü diğerlerinde gezdirirken Remzi Bey ile göz göze geldiğinde, Remzi Bey kaşlarını kaldırarak ona durmasını hatırlattı. Mümtaz Bey de tekrar anahtardaki düğmeye basarak gölgenin odayı işgaline izin verdi.
“Nedir bu şimdi?” diye konuştu değnekçi. Gözü masadaki devasa alete bakıyordu.
“Bir fikr-i icâdın meyvesi. Yani bir buluş gayreti.” dedi Mümtaz Bey, odanın karşısından sesini duyurmak için biraz sesli konuşmuştu.
“Ne yapar? Elektrikli bir şey mi?”
Aletin sahipleri bir ağızdan kafa sallayarak onay verdiler. Cihazdan bir kordon sarkıyordu. Mümtaz bey bu kordonu bir ucundan tuttu. Dikkatli bir şekilde duvara doğru çekiştirdi. Sonra Remzi Bey’e baktı ve olumsuz bir biçimde kafasını sağa sola salladı. Remzi Bey hızla durumu kavradı. Duvara paralel olacak şekilde masanın karşılıklı taraflarına geçtiler. Masayı kaldırmaya koyuldular. Olan biteni anlamaya çalışan Sadullah Bey ve değnekçi de durumu farkedince hızla masanın boştaki uzun kenarına dizilip yükün altına girdiler. Masa gıcırdayarak zeminden kalktı ve Mümtaz Bey ile Remzi Bey’in duvara birkaç adımını takip etti. Diğerleri de onlara uyarak ilerlediler. Masa, tıpkı bir çalışma masası gibi – ancak bunun için bir hayli büyüktü – duvara yaslandı. Mümtaz Bey kordonu tekrar çekiştirdi ve anahtarın azıcık aşağısındaki elektrik girişine kordonun ucundaki fişi sokuşturdu.
Sadullah Bey ve değnekçi farketmeden bir-iki adım gerilemişlerdi. İkisi de gözle görülür bir merak ile masadaki cihaza bakıyorlardı. Mümtaz Bey fişi soktuktan sonra tepkilerini görmek için çoktan onları izlemeye koyulmuştu.
“Eee?” dedi Sadullah Bey.
Çok tiz bir vızıltı geliyordu, kulağınızın duymayı çok kolay unutabileceği bir ciyaklama gibiydi. Bir şey söylemiyordu çünkü yüksekliği, tizliği hep aynıydı. Sadece rahatsız ediyordu. Aslında rahatsız bile etmiyordu ama ona odaklansaydınız muhtemelen tek hissedeceğiniz rahatsızlık olurdu.
Mümtaz Bey bu tepkinin üzerine aletin yanına yanaştı ve teleskopik bir aksamını çekiştirerek iyice uzattı. Meraklı gözler kalın bir toplu iğnenin başı gibi olan en uç noktasında birleşti. Uzun tel, Mümtaz Bey’in müdahalesinin ardından sallanarak beş on saniye içinde kendi dengesini buldu. Ama yine hiçbir şey yoktu. Hiçbir şey olmamıştı. Işık yoktu bir kere!
“Eeee?!” dedi Sadullah Bey.
Bütün bu gösteri boyunca masanın boş kısmında birkaç kutuyla uğraşan Remzi Bey’in başının üzerinde bir kemerle asılı olup kulaklarını örten cihazı şimdi farketmişlerdi. Bu cihaz daha ince bir kordonla masadaki büyük alete bağlıydı. Remzi Bey, Sadullah Bey’e döndü. Kulağındaki cihazı, kulaklarını örten kalın kutulardan tutarak çıkardı ve Sadullah Bey’in kulaklarına doğru götürdü. Sadullah Bey tereddütlü gözüktü ancak sonra merağına yenik düşerek kafasını kayışın altına doğru yerleştirdi.
İnce vızıltı artık duyulmuyordu. Onun yerine Mümtaz Bey’in sesini duyuyordu. Aletin arkasında bir şeylerle uğraştığı için olacak, sesi epey bozuk, tıpkı bir gramofondan gelir gibi çıkıyordu.
Mümtaz Bey işini bitirip Sadullah Bey’i izlemeye koyuldu. Tam o anda Sadullah Bey’in aklı havaya uçtu. Mümtaz Bey’in ağzı oynamıyordu. Anlama gayreti ile heyecanı birleşti. Yine de bu yenilik ona gereğinden biraz fazla gelmişçesine bir çabuklukla kulağındaki cihazı çıkardı. Mümtaz Bey’e baktı.
“Pera’daki ofisimizden. Cihazın bir diğeri orada. Olur da bugün buraya yerleşiriz ve denemeye başlarız diye asistanımızdan rica ettim. Arada bir gidip plağı başa sarıyor.” diye açıkladı Mümtaz Bey.
Sadullah Bey afalladı. Bu açıklamayı anlamakta güçlük çekiyordu.
“Nasıl yani?”
“Yanisi, ihtirâ bi’l-hayr. Hayırlı bir icad. Sen buradan Pera’yı duyuyorsun. Az sonra ben Pera’ya geri döndüğümde beni duyacaksın.”
“Sen beni duyacak mısın?”
“Henüz değil ama maksadımızdan biri bu.”
Sadullah Bey tekrar kulağına geçirdiği cihazdan gelen sesi dinliyor bu sırada Mümtaz Bey’in ağzını izliyordu. Uzun zamandır bu kadar heyecanlanmamıştı. Bu işin sonunu fazlasıyla merak ediyordu.
—