Amazon’un yeni çıkan ve kısa süre içinde herkesi etkilemeyi başaran süper kahraman dizisi Invincible, benim daha yeni bitirebildiğim bir dizi. Hayatın genel koşuşturmasından ötürü bir türlü başlayamamıştım- Doğrusunu söylemek gerekirse dizi final yapana kadar izlemeye başlayamadım fakat bu süre içinde bol bol Invincible içeriğine maruz kaldım. Yani diziye birçok kişi gibi sıfır beklentiyle değil, bir miktar beklentiyle girmek durumunda kaldım. Bu yılın en iyi dizisi diyen mi dersiniz, Amazon’un en iyi dizisi diyen mi dersiniz, son yıllarda çıkan en iyi süper kahraman içeriği olduğunu söyleyen mi dersiniz, ne türden övgü ararsanız mevcuttu bu seri hakkında. Eh, ben de bir şans vermek zorundaydım haliyle.
Invincible, neredeyse birer saatlik sekiz adet bölümden oluşan bir çizgi dizi arkadaşlar. Peter Parker’dan ilham alınarak yaratıldığı hayli hayli bariz genç başkarakterimiz Mark Grayson’ın, Superman’den ilham alınarak yaratıldığı hayli hayli bariz uzaylı babası Omni-Man gibi güçlerine kavuşmasıyla başlıyor. Güçlerini kazandığı andan itibaren kendini büyük sorumluluk altında bulan nam-ı diğer Invincible’ı, gizli süper kahraman kimliğiyle normal hayatını dengede tutmaya çalışırken izliyoruz. Dizi, bence en iyi bölümü olan ilk bölümü ile bizi şaşırtarak Omni-Man karakterinin esasında beklediğimiz kadar Superman olmadığını gösteriyor. Onun sakladığı bir sır var ve asıl konumuz bu sır etrafında dönüyor.
Yazının geri kalan kısmında spoiler olduğunu belirterek kısaca bir fikrimi yazacağım: Ben bu yazıyı yazarken IMDb’de 10 üzerinden 8.8 gibi bir puana sahip bir dizi olan Invincible, bana beklediğimi veremedi. Dizinin çok iyi başardığını düşündüğüm yerleri de olmasına rağmen genel anlamda J.J. Abrams sendromundan muzdarip olduğunu görüyorum- Harika başlıyor, çok iyi sözler veriyor, bize büyük vaatlerde bulunuyor fakat bunları tatmin edici bir şekilde sona erdiremiyor. Aslında zaten dizinin bize sunduğu hikâyenin ne derece büyük olduğunu da pek kestiremedim ama bu farklı bir tartışma konusu.

Sekiz bölüm içinde, zirvesini aslında ilk bölümüyle yaptığını düşünüyorum Invincible’ın. Bölümler ilerledikçe dizinin temposu ve tanıttığı hikâyelerin ilginçliği kademe kademe düşüyor. Yedinci bölümde ve finalinde birazcık daha toparlasa da durum böyle, hele ki altıncı bölümde en dibi görüyor, süründürüyor bizi.
Buna rağmen genel anlamda Invincible’ın çok tatlı detayları olduğunu düşünüyorum. Örneğin herkesin öve öve bitiremediği jenerik sekansına ben de hayranım. Karakterler konuşurken, tam cümlenin içinde Invincible kelimesi geçecekken tak diye jeneriğe geçmesi, logonun üzerinde her bölüm artan kan detayı… Çok tatlı olmuş. İkinci sezonda bu sekansın ne hale geleceğini de merak ettiğimi fark ettim mesela. Dizinin tonu değişecek mi, daha şiddetli bir ikinci sezon mu izleyeceğiz, jenerik sekansı komple değişecek mi?
Dizinin seslendirme kadrosu da mükemmel. Sandra Oh, JK Simmons, Mark Hamill gibi tanıyıp sevdiğimiz isimlerden aksini göremezdik zaten diye düşünüyorum. Sadece onlar değil, Steven Yeun gibi en azından benim adını yeni duyduğum isimler de harika seslendirmişler. Bu konuda dizinin başından sonuna kadar gözüme çarpan hiçbir şey olmadı açıkçası, çok başarılı hepsi.
Dizinin bir diğer başarısı da teknik anlamda. Animasyon kalitesi ve çizimler mükemmel gerçekten, övmeyi bitiremediğimiz Spider-Man çizgi dizilerini anımsatıyor bana. Hatta bazı sahneler o kadar güzel ki durdurup ekran görüntüsü almak istiyor insan. Animasyon tarzı, belli ki dizinin yakalamak istediği tonu güçlendirmek için kullanılıyor. Renklerin parlak ve cıvıl cıvıl olması, dizideki şiddet sekanslarını da daha güçlü kılıyor- Kıpkırmızı kan, cıvıltılı renkleri lekelediği zaman bu bizi karanlık atmosfere sahip korkunç dizilerden çok daha fazla etkiliyor.

Dizinin genel işlenişine dair asıl ilgimi çeken kısmı ise ana hikâyesi oldu. Omni-Man konusu bayağı ilgimi çekmişti ve finalde de benim tahmin edemeyeceğim bir yola saptı. Finalini beğendiğimi pek söyleyemeyeceğim, sebebine birazdan değinirim fakat Omni-Man karakterinin genel hatlarıyla çok kompleks olmasa da hissettirmek istediği korkuyu bize hissettirebilen, başarılı bir karakter olduğunu düşünüyorum.
Omni-Man gibi başarılı bir karakterin yanında dizinin asıl başkarakteri olan Mark Grayson ise bana kendisini sevmem veya sevmemem için bir neden vermedi. Hadi itiraf edelim, Peter Parker’a ilgi duymamızın sebebi büyük gücün gerçekten de büyük sorumluluk getirdiğini fark etmesi ve kaygılarının da bu yönde şekillenmesiydi aslında. Ailesinin ondan beklentilerini karşılamak ve kirasını ödemek gibi dünyevi kaygıları ve sorumluluklarıyla biz de ilgilenebiliyorduk çünkü bunları içselleştirebiliyorduk. Mark Grayson ise bize bizi yansıtan pek bir şey vermiyor. Dolayısıyla onun yerine kendimizi koymak veya onu içimizden biriymiş gibi düşünmek için herhangi bir nedenimiz de yok. Bunun yanında Mark bana, onu sevmemek için bir neden de vermedi. Benim için yalnızca var olmasına karşı çıkmadığım bir karakter, hepsi bu.
Dizinin ana konusu ilgi çekici iken bölümleri uzatmak için anlattıkları belli olan kısa yan hikâyeler, kesinlikle ilgimi çekmedi. Yeni Guardians Of The Globe ekibinin hikâyesiyle ilgilenmedim, birlikte çalışamayan başarısız bir ekip oldukları başından beri belliydi. En basitinden Rex karakteri bize ilginç olan hiçbir şey sunmayan, klişe bir kötü karakterdi, ekibin olmazsa olmazı da değildi ve buna rağmen bir sürü kahraman içinden tekrar seçilerek yeni ekibe katılabilmesi benim gözlerimi devirmeme sebep oldu. Atom Eve ise hepsinden daha başarılı ve ilgi çekici bir karakter bence ve üzülerek söylüyorum ki onun Guardians Of The Globe ekibiyle beraber savaşırken görmemek hoşuma gitti.
Ekipten en çok ilgimi çeken karakter ise Robot’tu çünkü onun hikâyesinin biraz daha beklenmedik bir yöne kayacağını, belki Robot’un hikâyemiz içinde aslında kötü niyetli birisi olduğunu öğreneceğiz sanıyordum. Hikâyesinin ilerleyişini ve dizinin bu konuda bize sunduğu gerilimi sevsem de bu konunun sonuyla ilgili de bazı şikayetlerim var. Belki klişe olacak ama benim beklentim, Robot’un Rex’i zaten öldürmeyi planladığı için onun yokluğunun grupta herhangi bir eksikliğe sahip olamayacağını düşünmesi ve bu nedenle Rex’in vücudunu seçmiş olmasıydı. Öyle değilmiş. Aslında ekipteki Monster Girl’e aşıkmış ve onun da Rex’ten hoşlandığını görünce böyle bir vücut seçmiş. Sadece şaşıralım diye yapılan bu hamleyi gülünesi buluyorum ve şu durumda Robot’u ciddiye alamıyorum. Bu adam bir süper bilgisayar yahu. Çok iyi bir karakter olma potansiyeli varken yazık ettiniz gerçekten.
Diğer yan konuların hemen hemen hepsinin de ilgimi çekmeyen, sıkıcı ötesi sıkıcı olduklarını da söylemek zorundayım. Klonlama mevzusu bir nebze ilginçti ve eğer gerçekten bir yere bağlansaydı çok daha keyifli olacaktı ama o da zayıf bir bağ ile ana konuya tutturuldu. Amber ile Mark arasındaki ilişkinin sıkıcılığı, William karakterinin çenesini tutamayan klişe en yakın arkadaş olması, Mark’ın Mars’taki göreve eşlik etme mevzusu, finalden önceki bölümün bile elli dakika boyunca sürmesine rağmen ana konuyu yalnızca bir adım ilerletmesi… Konu ilerlemedikçe daraldım, bunaldım, sıkıldım. Yan konular öylesine ilgimi çekmedi ki asıl konumuza geri dönmek istedim sürekli.

Bölümler bir saate yakın olmasaymış da aralarda olup bitenleri kısaltıp ana konuya daha fazla odaklansalarmış, dizi 20-25 dakika içinde derdini anlatıp belki bir iki bölüm daha uzun olsaymış çok daha iyi olurmuş diye düşünüyorum. Dizide olup biten çoğu şey zaten klişe iken daha önceden yetmiş kere izlediğimiz hikâyeleri bir saat boyunca tekrar izlemek zorunda kalmamız gerçekten sinir bozucuydu. Bu hikayeleri zaten daha önce gördük, hatta daha iyi işlenmişti. Invincible bu klişeleri vasat ve sıkıcı bir şekilde işliyor. Demem o ki, klişelerle iyi işlendikleri sürece derdim yok ama bu dizi bunu da becerememiş. O kadar boş bölümler var ki yalnızca ilk iki ve son iki bölümü izlerseniz dizide pek bir şey kaçırmış olmazsınız. Bu arada gerçekten, madem bahsetmiş olduk, dizinin baştan aşağı klişelerle bezenmiş durumda olduğunu söylemem lazım. Üstelik sanırım bunu “eleştiri” adı altında yapıyor. Ama şöyle de bir gerçek var: Klişeleri işleyerek eleştiremezsiniz. Yok, olmamış.
Dizide herhangi bir romantik ilişki görmeseydik çok daha iyi olurmuş aslında. Amber karakteriyle Mark arasında bir kimya olmadığını görmek için bir çift göze sahip olmak yeterli diye düşünüyorum, bunun yanında yazarların Mark ile desteklememizi istedikleri bariz belli olan bir diğer karakter Atom Eve de Mark olmadan, kendi başına gayet başarılı. Dizide en çok ilgimi çeken ilişki Rex ile Eve’in ilişkisiydi açıkçası. Biz Eve’in böylesine salak bir karakterde ne bulduğunu sorgularken Eve, çok uzun süredir onunla ilişki içinde olduğunu söylediğinde hepimizin bildiği bir konuya parmak basmış oldu aslında: İnsan, bir ilişkinin içindeyken karşısındakinin kendisine ne kadar uygun olmadığını görmekte zorlanıyor. Eve’in kendini bulmasında önemli bir noktaydı Rex’ten ayrılması. Rex, her ne kadar berbat bir karakter olsa da Eve’e bir şeyler kattı yani. Peki Amber ile olan ilişkisi Mark’a ne kattı? Sinir stres.
Amber’ın klişe güçlü kadın karakter olduğunu düşünsem de bir kişiliği var en azından, takdir ediyorum. Buna rağmen Mark ile o kadar uyumsuzlar ki! Amber, bir ilişkide başından sonuna kadar şeffaflık arayan biriyken Mark, onları var gücüyle savunmasa da kendi çizgilerine sahip bir karakter. Invincible olduğunu anında söylemek kendi elindeydi, yapmadı. Sevgilisi bile olsa yeterince güvenemedi çünkü, esasında büyük bir sorumluluk altındaydı. Hak veriyorum ona. Dünyayı kurtarıyor adam, tabii ki hak vereceğim. Eğer derdini güzelce ifade edebilmiş olsaydı Amber’a da hak verebilirdim aslında ama sevgilin dünyayı kurtarırken sana kim olduğunu söylemedi diye trip atmak da biraz bencillik bence, siz ne dersiniz?

Dedim ya J.J. Abrams sendromu diye, dizide hiçbir şeyin sonuçlarını tatmin edici bir şekilde göremiyoruz bence. Örneğin beşinci bölümde Mark deli gibi dayak yedi, hastanelik oldu. Sonuç ne oldu? Hiçbir şey. Sonraki bölümde ayaklandı, bu hastane mevzusu hiç yaşanmamış gibi yaptılar. Annesi endişelenmedi, babası bir şey demedi, arkadaşları da bundan bahsetmediler, bitti, gitti. Sadece beşinci bölümdeki şok faktörü için verilmiş bir karar olduğu barizdi bunun. Altıncı bölümde William’ın sevdiği çocuk sayborg oldu, sonuç ne oldu? William’a hiçbir şey olmadı. Sonraki bölümde birazcık söylendi, o kadar. Bu konunun da çok klişe bir şekilde çözüldüğünden bahsetmiyorum bile.
Son olarak, Omni-Man… Yahu sen yıllarca eğitilmiş, Viltrum’un önemli ve yenilmez askerlerinden birisi değil misin? Sen yıllardır antrenman yapmıyor musun, sevdiklerini tekrar ve tekrar kaybetmedin mi? Oğlunun cılkını çıkarana kadar dövdükten sonra pardon diye görevini terk etmek yakıştı mı sana? Bu hareketin Omni-Man için söylemeye çalıştığı şeyin belki de uzun yıllar önce unuttuğu duygularını insanlar aracılığıyla tekrar kazanması olmasını anlıyorum ama yedi bölüm boyunca bana tanıttığınız Omni-Man böyle birisi değildi işte. Karakter gelişimini finalin son dakikasında yaşayan karakterleri ben şahsen yemiyorum ya.
Böyle işte. Benim için harika başlayan, kötü kötü sona eren bir yapım oldu Invincible. Senenin en iyisi diyebilmem için bu sene gerçekten rezil yapımlar görmem gerekiyor, şu haliyle yalnızca “iyi” bir dizi çünkü. Çok günahı var, işleyemediği birçok şey var. İlk bölüm çok güzel başladığı için bu kadar laf söylüyorum, yanlış anlamayın. Çok seveceğim türden bir dizi olacağını sanmıştım ve bu kadar işlenememiş olduğunu görmek haliyle canımı sıktı.
Benim Invincible hakkındaki düşüncelerim bu kadar. Merak ediyorum da, siz ne düşünüyorsunuz? Invincible’ı beğendiniz mi? Sizce senenin en iyisi mi?