“O kazanmıştı. Geri kalan herkes ölmüştü, özellikle sevdikleri. Polisten bir kanunsuza dönüşen Max Payne uçurumun kıyısında duruyordu, onun için çalan siren seslerini dinlerken dünyanın sonunun gelmesini bekleyerek. Bu sadece başlangıçtı…”
Takvimler 1996 yılının sonunu gösterdiğinde, şüphesiz kimse yıllar sonra serinin ilk oyunu ile piyasayı kasıp kavuracak bir efsanenin ortaya çıkacağından haberdar değildi. Remedy‘nin ortaya attığı katı, disiplinli bir polisin başrolde olduğu “üçüncü şahıs aksiyon oyunu” fikrine senarist Sam Lake’in “derin, psikolojik” hikâyesi eklenince o yıllarda henüz eşine rastlanmamış bir proje çıktı ortaya. Hikayeli oyunların revaçta olduğu ve henüz zirveyi görmediği, oyuncuların rekabet ve kostümlerden ziyade senaryoya odaklandığı bir dönemde kendi türünde fark yaratmayı başaran Max Payne, aslında birçoklarına göre klişe olarak adlandırılabilecek, kimilerin hala büyüsüne kapıldığı basit bir çekişme üzerine kurgulanmıştı: İyi ile Kötü’nün Savaşı. Bu savaş neredeyse insan var olduğundan beridir kurgularda işleniyor ve en eski dönemlerden beri öyle ya da böyle hikayelerde kendine yer buluyor.
Peki, çıktığı vakit aldığı olumlu eleştirilerle bir üçlemeye dönüşen, kendi türünde bir kült haline gelen Max Payne serisi nasıl bu kadar başarılı olabildi? Bu sorunun cevabını, üçlemenin bütününde aramadan evvel ilk oyunda arayacağız.
Max Payne, her şeyden önce hikaye olarak zengin bir oyundu lakin onu diğerlerinden farklı kılan nokta bu hikayeyi anlatma şekli oldu. Olayları bizzat birinci ağızdan, baş karakterden dinlememize oyunun comic-book çizimlerini andıran başarılı hikâye anlatım biçimi eklenince o yıllarda oldukça yenilikçi, daha önce pek denenmemiş bir eser karşımıza çıktı. Bununla beraber, oyun mekanikleri de zamanına göre fazlasıyla yenilikçiydi. Yapımcı’nın “bullet-time” adını verdiği mekanik sayesinde zamanı yavaşlatarak yapılan vuruşlar, karakterin kaçınma mekanikleriyle birleşti ve sonuç olarak sinematik açıdan da ziyadesiyle başarılı bir oynanış sundu.

Ana karakterin gelişimine tanık olduğumuz eserlere her zaman hayran kalmışımdır. Max Payne, oyunculara bunu da sunmayı başarıyor. Hikayenin başında katı ve disiplinli bir polis olan karakterimiz, içine sürüklendiği olay örgüsü sonucunda kanunsuz bir intikamcıya dönüşürken biz oyunculara da buna tanık olma şansı veriyor. Bu hikayede o kadar ince, derin ve başarılı bir şekilde işleniyor ki, karakterin dönüştüğü adamı, doğrularıyla ve yanlışlarıyla haklı bulmaktan alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Senarist, bu noktada karakterin içinde bulunduğu durumun onu nasıl etkilediğini yüzeysel olarak anlatıp bırakmak istememiş. Zira karakterimizin uyuşturucu ağını zayıflatmak veyahut New York’un azılı suçlularını kovalamak gibi aksiyonlara girmediği gecelerde gördüğü kabuslar dahi oyunculara yansıtılıyor.
Hikaye ve olay örgüsündeki marjinallik, etkili mesajlar ve oyunculara yaşattığı hisler neticesiyle oyun hala oyunculara iyi bir tecrübe sunacak seviyede. Başarılı oyun mekanikleri sayesinde günümüzde de akıcı bir oynanışa sahip olması, 2021 yılında oyunun grafik hariç herhangi bir konuda sınıfta kalmasını engelliyor. Günümüzde nostalji hayranları oyunu severek oynayabilecekken, oyunları hikaye için tercih edenler de kesinlikle denemeli. Lakin başarılı grafikler ve gerçekçi atmosfer birinci önceliğiniz ise, ne yazık ki üçlemenin en azından ilk oyunu size hitap edemeyecek kadar eskidi.
Sunduğu bütün başarılı öğeler ile oyunculara eşsiz bir deneyim sunan bu oyun, beni “gamer” yapan ilk oyundu diyebilirim. Henüz 6 yaşındayken babam ile oynadığım vakit sinematik vuruşları, harita dizaynı ve karakterleri çok hoşuma gitmişti. Yıllar sonra bu oyuna döndüğümde oyunun sadece bunlardan ibaret olmadığını, bir edebiyat öğrencisi olarak sunduğu senaryoyu ve olay örgüsünü deneyimlediğimde, ne kadar başarılı bir yapım olduğunu anlamıştım. Güzel bir film, dizi veyahut kitap bitirdiğinizde, karakterlere fazlasıyla bağlanmış bulursunuz kendinizi. Eliniz en sevdiğiniz kitabın son sayfalarında dolaşırken bir hüzün kaplar ya içinizi, benim için de aynen öyle olmuştu. Aesir Headquarters‘ın –Valkyr adlı uyuşturucuyu piyasaya süren şirketin merkezi- çatısındaki helikopter pistinden aşağı bakan, çalan siren seslerini dinleyen Max’i izlerken içimde büyük bir boşluk ile karaktere veda etmiştim. İkinci oyunda buluşana dek.

Yukarıda karakterlerden bahsetmiştik. Bu konuyu biraz daha açmak isterim. Üçlemenin ilk oyunu, yalnızca Max Payne’e değil, diğer karakterlere de derinlik katmayı başarıyor. İkiz kardeşi bir suçluyla evlenen ve onu kurtarmaya çalışan Mona Sax, gerçekten sadece kötü olduğu için kötü olan, acıdan ve kötü olan her şeyden zevk duyan Jack Lupino, New York’u kasıp kavuran Punchinello suç ailesinin lideri Angelo Punchinello, tüm bu kaostan Max Payne ile işbirliği yaparak galip çıkmaya çalışan Rus mafyasının lideri Vladimir Lem ve birçokları gibi Max Payne; hikayesinde gerek karakterler aracılığıyla doğrudan gerekse alt metinde başarılı mesajlar veriyor, bu mesajları vermekle kalmayarak olayı sadece basit bir “iyi-kötü savaşı çıkmazı” yapmanın ötesine gidip, oyuncuları ana karakteri yönlendirirken doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü ayıran ince çizgiler arasında bırakıyor.
Ana karakterimizin yaşadığı psikolojik sanrılar, kaybının verdiği üzüntü ve intikam arzusu, onu kanunu yok sayan, öldürmeye odaklı bir insana dönüştürürken, oyuncuları da empati yapmaya zorluyor. Oyunun yarattığı atmosferde, büyük bir uyuşturucu operasyonu sonucu ailesini kaybetmiş Max Payne’i, oyun boyunca radyo, televizyon ve gazetelerde görebileceğiniz gibi medyanın da günah keçisi olarak kullanıp halkın önüne attığı ve anlattığı gibi kana susamış bir suçlu olarak yönetmek veyahut sadece yolunuza çıkanları öldürmek sizin elinizde. Max Payne, oyun sektöründe kendine iyi bir yer edinmeyi ilk oyunda makalenin genelinde de bahsettiğim unsurlar sayesinde; sahip olduğu derinlik, sunduğu hikaye, başarılı mekanikler ve farklı olanı yapmaktan çekinmediği için başardı.

Sürükleyici hikayesi, karizmatik kötü baş karakteri ve ondan daha da kötü düşmanlarını konu alan, birçok şeyden ödün veren ve düzen için kaosu yaratıp tek kişilik savaşından muzaffer ayrılan Max’i bir sonraki oyunda görmeden önce söylediği son sözler, bize yaklaşık 10 saatlik oynanış sunan oyunun özeti olabilecek nitelikte:
Hepsi ölmüştü. Son silah sesi, bu raddeye gelen her şeye bir ünlem işareti gibiydi. Parmağımı tetikten ayırdım -ve işte, bitmişti.
Olaylar silsilesi boyunca zihninde yankılanan bebeğinin çığlığıyla girdiği sanrılarla, karşılaştığı gerek klasik kötü olarak adlandırılabilecek, gerek derin arkaplana sahip bölüm sonu canavarlarını katlederek ilerleyen, yok etmeye çalıştığı uyuşturucunun bağımlısı olan bu adam, kazanmıştı.
Her şeyi kaybederek.
İkinci oyunda görüşmek üzere.