Yazar: Abdullah Emre Aladağ
Çoğu insan sanır ki, fantastik edebiyat çok da eskiye dayanmaz. Halbuki bu görüş çok yanlıştır. Öyledir ki fantastik kurgu, insanoğlu doğayı anlamaya çalışıp hayal kurmaya başladığından, mitolojiler ürettiğinden beri vardır ve var olmaya devam etmektedir. Sonuçta eskiler ne derler bilirsiniz:
Gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.

Her şey bir sözle başladı. İlk kelam, ilk tasarruf… Tanrılar ve onların hikayeleri, farklı coğrafyalarda benzer kimlik ve hüviyetlerle insanoğlunun kültür hafızasında yer aldı. Gökler hakimdi, toprak ana… Gece ürkütücüydü, ölüm adil ve de ıssız… Mısır’da Anubis, Japonya’da Shinigami, Orta Asya’da Aldaçı olarak karşılar bizi ölüm. İskandinavya’da Thor, Antik Yunan’da Zeus ve yine Orta Asya’da Kayra olarak selamlar bizi gök. Coğrafyalar ve kültürler farklı da olsa özde insan aynıdır. Aynı soruları sorar durur. İlk kelamdan itibaren, tonla bilinmezin ve vahşetin ortasına fırlatılıp atılmış insanoğlu elbette doğası gereği bir şeylere anlam yükleyecektir. Yüklemediği takdirde, tabiatın kanunu gereği, bilinmezin korkutuculuğu ile baş başa kalacaktır. Tanımlayamadığımız şey bizi ürkütür. O sebeple merak ve korku sözün özünde yer almış, insanın baktıkça anlam yüklediği olaylar ve olgular destanlarda kendine yer bulmuştur. Baktığı her bir nesnede bir tanrı yahut doğaüstü bir unsur atfetme yeteneği, insanoğlunun nice hikayeler oluşturmasına ve bunları nesilden nesile aktarmasına vesile olmuştur.
Bugün severek okuduğumuz fantastik kurgu ürünlerinin büyük kısmı bu devasa kültür hafızasının meyvelerinden beslenir ve biz okurlara yazanın kendi yorumuyla sunulur. Orta Dünya’nın yaradılışı, Valar, Maiar, elf, cüce, ork, goblin, buçukluk gibi kavramları çoğunlukla İskandinav anlatılarında görmek oldukça doğaldır. Yahut Yüzüklerin Efendisi’ni kaleme alan Tolkien’in yakın dostu ve bir oryantalist olan C.S. Lewis’in esinlerinden tek cümleyle bahsedelim: Satir, Centaur, Aslan ve daha nice karakter ve kavram da çeşitli mitler ve anlatılardan esinlenerek oluşturulmuştur.

Doğrudan mitolojiyle teması olan bir esere örnek vermemiz gerekecekse de dizisiyle son yıllarda popülerleşen kült kitap Amerikan Tanrıları bunun en iyi örneğidir. Bir İskandinav mitolojisi hayranı olan Neil Gaiman, dünya mitolojilerini o kadar güzel ve derinlemesine incelemiş ki, eski anlatıların üzerine getirdiği yorum ile son derece çarpıcı ve güçlü bir eser ortaya koymuş.
Yani sevgili dostlar, eğer sözlü geleneğin ana damarları masallar ve destanlar olmasaydı, bugünkü fantastik edebiyatın inşası namümkün olurdu. Hazır sona doğru yaklaşırken bu durumda masalların da öneminden bahsetmek gerekmekte diye düşünüyorum. Masalların genel misyonu, ders vermektir. Fantastik unsurları kullanarak, hem kültür içindeki mitoloji ve kozmolojiye ek kaynaklar sunarken hem de kültürün normlarını belirleyen sözlü kuralları hikayeleştirerek aktarma görevi vardır masalların. Bugün bildiğimiz dev, peri, tepegöz, kapoz, irkenek, Alkarısı gibi kavramlar masallarda çok kez zikredilmiş ve kendi kültürü içindeki devasa kozmolojide yerini almıştır.
Uzun lafın kısası, masallar ve destanlar, sözlü geleneğin inci taşları bu eserler, her ne kadar unutulmaya yüz tutmuş olsa da modern fantastik edebiyatta yazarların bu eserleri kullanması onları bir nebze de olsa yaşatıyor. İşte var olmak meselesi de öyle değil midir zaten? Hatırlandığınız kadar varsınızdır, unutulursanız yok olur gidersiniz.
Bu devasa kültür mirasının unutulmaması temennimle…