Son zamanlarda hem Steam gibi oyun mağazalarında hem de sosyal medyada sürekli ama sürekli Triple A oyun görmekten gerçekten yoruldum. Bunun tek sebebi bilgisayarımın güncel triple A oyunları kaldırmıyor olması değil, yani o da var tabii ama küçük stüdyolar tarafından yapılmış minik indie oyunların daha çok sevgi görmesi gerektiğini de düşünüyorum. Hikâye anlatıcılığı desteklenmeli bence. Hepsi bu.
Bu yazımda size gerek çizimleri gerek müzikleri gerekse oynanışıyla farklı deneyimler sunan, şahsen çok beğendiğim beş tane indie oyun önereceğim. Sadece oyun muhabbeti yapmak istiyorum sanırım bugün. Eh, oyun kolunuzu aldıysanız hazırsınız demektir, gelin siz de bu muhabbete katılın bence!
Gris

Çıktığı andan itibaren birçoğumuzun en sevdiği indie oyunlardan biri haline gelen Gris’i böyle bir listenin en başına koymamak ayıp olurdu diye düşünüyorum. Gris’i açtığınız anda gözünüze ilk çarpan detay, çizimlerinin güzelliği oluyor. Sade fakat duygusal çizimleri, göz yormayan pastel renk paleti, diğer oyunlardan çok daha farklı tarzı ile karşılaşınca bu oyunu oynamanız gerektiğini hissediyorsunuz bir kere. Güzelim çizimlerin harikalığını, oyunun diğer detayları da destekliyor diyebilirim. Pek karmaşık olmayan birkaç bulmacadan ibaret olan Gris’in oynanışı da harika- Hem karakteri hareket ettirdiğimiz zamanki karakter animasyonları çok tatlı hem de bulmacaları çözmesi gerçekten keyifli. Kısacık bir oyun zaten- Yalnızca üç saatte bitirebiliyorsunuz. Bence Gris, baştan aşağı bir sanat eseri.
INSIDE

Bir üst maddede bahsettiğim Gris’in tam aksine, bizi hoş geldin ile karşılamayan bir oyun var bu defa önümüzde. INSIDE’ı, klostrofobik bir macera olarak tanımlayabilirim galiba. Yana kaydırmalı bulmaca ve platformer türündeki bu oyunumuz da kısacık- yalnızca iki saat sürüyor. Minik bir tecrübe ama bitirdiğinizde “Bu da yaşandı” diyebileceğiniz türden bir tecrübe, rafa kaldırmalık gibi gelmiyor bana pek yani. INSIDE’ın bulmacalarını çözmek feci keyifli. Bu oyundan ilk defa bahsettiğim zaman, LIMBO’yu geliştiren firma Playdead’in öbür oyunu olarak anlatıyorum genelde ama bu pek yetmiyor bu oyunu anlatmaya: LIMBO’dan bir kez keyif aldıysanız INSIDE’dan on kez keyif alacaksınız çünkü. Yoruma açık hikâyesi, karanlık ve oynayanı içine çeken atmosferi, basit ve sade oynanışı ile harika bir iki saat geçirtecek size.
Bastion

Hades’i yapan stüdyo Supergiant Games’in ilk oyunu olan Bastion, dört saatlik aşırı tatlı bir aksiyon RPG oyunu. Oyunda, devasa bir felaket sonrası yıkılmış bir şehri küllerinden yeniden inşa eden The Kid’e yardım ediyoruz. Hikâyesinin güzelliğini geçtim, oynanış o kadar keyifli ki AAA hack and slash oyunlarını aratmıyor desem yeridir. Bam küt çat pat oyunları seviyorsanız Bastion’u çok seveceksiniz. Lakin yalnızca bam küt’ten ibaret bir oyun değil bu, sonunda bol bol ağlatıyor arkadaşlar. Bastion, gayet duygusal bir tecrübe esasında. Cıvıl cıvıl çizimlerin, Darren Korb’un bağımlılık yapan müziklerinin, samimi hikâye anlatışının birleşiminden böylesine duygusal ve tatlı bir macera çıkması da Supergiant gibi küçük bir oyun stüdyosunu benim gözümde yüceltiyor, yüceltiyor, kocaman yapıyor!
Sayonara Wild Hearts

Az önce bahsettiğim üç oyundan da çok daha farklı bir arcade oyun olan Sayonara Wild Hearts, bence yine oyun oynamaktan keyif alan herkesin deneyimlemesi gereken bir tecrübe. Subway Surfers seviyorsanız ya da bir noktada benim gibi siz de yarınlar yokmuş gibi bu oyunu oynadıysanız hele, ayrıca öneririm zira Sayonara Wild Hearts’ın oynanış olarak Subway Surfers’ın daha gelişmişi gibi olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Bir arcade oyun olmasından mütevellit hikâyeden pek söz edemiyorum- Yani evet, bir hikâye var fakat üzerinde durmaya pek değmeyecek. Bu oyun hikâyesiyle parlamıyor; oynanışı, görselliği ve müzikleriyle parlıyor! Öylesine iyi ki bu konuda, ben asla neon renkler arkasından synth-pop çalarken eğlenebileceğimi düşünemezdim ama bu oyunu oynarken gerçekten harika birkaç saat geçirdiğimi söyleyebilirim. Tüm oyunu iki saatte bitirebiliyorsunuz fakat oyun rekabet duygunuzu öyle bir körüklüyor ki bittiğinde geri dönüp hepsini gold rank yapana kadar oynayabiliyorsunuz. Bütün gününüzü de verebilirsiniz, iki saatinizi de. Size kalmış.
What Remains Of Edith Finch

Oynadığım en değişik oyunlardan birisi diyebilirim bunun için. İki saatlik tek bir oyun değildi de sanki bir sürü farklı oyunu art arda oynamışım gibi hissettirdi bana. What Remains Of Edith Finch, anlattığı hikâyesiyle de oynanışıyla da parlayan bir oyun. Bir sürü oyunu art arda oynadım diyorum ya, hikâyesiyle bu mevzuyu o kadar güzel bir şekilde bağlıyor ki birbirinden apayrı şeylere bakmış gibi hissetmiyorum, derli toplu bir oyun esasında. Daha önce deneyimlemediğim türden anlatım şekilleri sunuyor bu oyun bana: Bir bakmışım hayal dünyamda yaşayıp kendi krallığımın taç giyme törenindeki bir kral oluyorum, bir bakmışım çizgi roman sayfalarında kaybolup gerim gerim geriliyorum, bir bakmışım bir kediye dönüşmüş, daldan dala atlıyorum! Demem o ki her şey çok garip ve ben bu oyunu herkesin en az bir defa oynaması gerektiğini düşünüyorum.
Peki siz ne dersiniz? Liste, hoşunuza gitti mi? Tanıdık gelen oyun var mı? Siz kaç tanesini oynadınız? Diğer oyun incelemelerimize de buradan bakabilirsiniz!