Biliyorum ki hepimiz nostalji etkisi altındayız, biliyorum ki hepimiz geçmişte deneyimlediğimiz en azından bazı şeyleri tekrar deneyimlemek istiyoruz. Bu, kaçınılmaz bir gerçek tabii ki. İzlediğiniz dizi ve filmlerin tadını belki yenilerinde bulamıyorsunuz, eskiden oynadığınız oyunları, dinlediğiniz müzikleri yad ediyorsunuz; belki de nerede o eski günler diyorsunuz şöyle bir on yıl, yirmi yıl ve yaşınıza göre değişen nice yıl öncesine bakıp. Hatta bu geçmişe bakma sadece yaşadığımız zamanlar için de geçerli değil, yaşamadığımız zamanlar bile bizim ilgimizi çekebiliyor.
Midnight in Paris filmini hatırladınız mı? Çok benzer ama zaman olarak deneyimlerimizden daha da geçmişe uzanan bir konuyu ele almıştı. Başkarakterimiz gece yarıları tarihte bir yolculuğa çıkıyordu o filmde; o altın çağları, ah o günlerde yaşasaydık dediğimiz zamanları geziyordu. Ama filmdeki asıl nokta herkesin kendine ait bir altın çağı olduğuydu. Nereye, ne kadar eskiye giderseniz gidin, herkesin favori bir zamanı vardı yaşamak istediği, tatmak istediği.
Peki, nedir bizi bu geçmişle ilgili bu kadar büyüleyen? Nedir, “şimdiki oyunlar da bir ruhsuz”, “şu anki rock şarkıları da rock mı”, “şu eski filmlere bak, şimdikiler niye bu kadar incelikli değil?” diye sorular sorduran?

Tabii ki buna verilebilecek kesin bir cevap yok, ancak üzerinde spekülasyon yapabiliriz. Belki de Erikson’ın psikososyal gelişim kuramı ve McAdams’ın narratif kimlik kuramı, bize bu konuda biraz yol gösterebilir, en azından hayatımızın önceki zamanlarına yönelik yaptığımız kıyaslamalar için. Erikson’ın teorisi hayatımız boyunca 8 tane aşama geçirdiğimizi söylüyor ve bu aşamaları nasıl, ne yönde çözdüğümüze göre psikolojik durumumuzu tayin etmeye çalışıyor. Tıpkı Freud’un teorisindeki gelişim dönemleri gibi, bu aşamalarda takılı kalan ya da bunları çözümlendiremeyenler psikolojik olarak çeşitli ve spesifik sıkıntılar çekiyorlar bu kurama göre.
McAdams’ın narratif kimlik kuramı ise çok daha kompleks bir kuram. Biyolojik ve çevresel faktörlere göre gelişen kişilik özelliklerimizin üçüncü bir kuvvet olan kendi hikayemizi oluşturmamız ile anlamlandırılması ve tahlilinin yapılmasını içeriyor. Yani bizler, doğumumuzdan itibaren çeşitli biyolojik mizaçlar ve bunların değişime uğramasına neden olan çevresel faktörlerin bir sonucuyuz ancak tüm bunları denetleyen ve bize tahlil eden bir yazar da içimizde hayat hikayemizi yazıyor. Ve bu hayat hikayemiz ise hayattan memnuniyetimizi belirlemede başat bir mekanizma.
Şimdi sorabilirsiniz pek tabii, tüm bunların bizim nostalji sevmemizle alakası ne?

Alakası şu, hepimiz aktif olarak kendi hayat hikayelerimizi yazıyoruz ve doğal olarak geriye baktığımızda bu hikâyeden memnun olmak istiyoruz, ondan gurur duymak istiyoruz. Erikson’un teorisinde de 8. aşama tam olarak bununla ilgili, 65 yaş civarını geçmeye başlamış bir kişi hayatının bu son aşamasında geriye baktığında pişmanlık, bütünlüğü bozacak bir öge istemiyor. Sanıyorum ki bu 8. aşamanın çemberini önceki aşamalar için de genişletebiliriz, ne olursa olsun tüm aşamalarda bu son ana taşıyacağımız bilgiyi kaydediyoruz ne de olsa. Ne de olsa içimizde hikayemizi yazan yazar, bu son aşamaya ulaşıncaya kadar işini bir an olsun bırakmıyor. Buradaki en önemli nokta ise hepimizin geçmişimizden memnun olma çabası. Bazen masumane bazen de kötü bir amaca çıkacaksa da bu, kişilik bütünlüğümüz için çok ama çok önemli.
Direkt alakayı kuracak olursak, pozitif önyargı olarak adlandırılan bir fenomenden her zaman etkileniyor olmamız. Yani psikolojimizi rahatlatacak, kişiliğimizle ilgili sorunları kaldıracak bu mekanizma, özellikle pozitif olan anıları ve yanları, özellikle hayatımızın son döneminde —tabii ki her döneminde de— işimize yarayacak şekilde hayat hikayemiz olarak kaydediyor, yazıyor.
Ve o eskiden yaşadıklarımız, tükettiğimiz birçok eser de bu mekanizmadan, hayat hikayemizden bağımsız değil. Onlar da tam olarak bu hikâyenin merkezinde, onun bir ögesi. Hikayemizin tüm kötü olaylarının yanında tutunduğumuz dallar belki de. Özellikle hayatımızın son döneminde eğer geçmişle ilgili önemli bir sorunumuz yoksa, tüm bu detaylar artık aktif olup yeni anıları hikâyemize kazandıramayan bizler için de çok önem taşıyorlar.
Yani sevgili arkadaşlar, içimizdeki yazar devamlı bize kendimizle gurur duyacağımız bir hikâye yazmak istiyor. Kötü deneyimler, kötü taraflar gittikçe siliniyor, silikleşiyor ve geriye mutlu anılar kalıyor. Çok eskiden oynadığınız o oyunun kontrollerinin ne kadar da kötü olduğunu belki de çoktan unuttunuz; geri dönüp oynadığımda ben de Prince of Persia ve eski Assassin’s Creed oyunlarının ne kadar kötü kontrolleri olduğuna şahit olup hafızamın bunu nasıl yok edip pembe camlı gözlüklerle geçmişe bakmama sebep olduğunu anladım. Hislerimiz, çok eski dönemler için de benzer olsa gerek, kötü yanları bir türlü gerçek anlamda hesaba katamıyor, şu da kötüydü desek bile duygusal olarak bize kötü hissettirmiyor bu detaylar. Ne de olsa tarih de bir yazarlık, bir narratif meselesi. Zamanda geriye uzandıkça, kötü durumlar sahilde yaptığımız kumdan kaleler gibi zamanın dalgalarıyla yontulup yok oluyorlar. Geriye ise dümdüz, kusursuz bir kumsal kalıyor.