Hani birisi sizden film önerisi istediğinde aklınıza bilmem-kaç yıl önce izleyip çok sevdiğiniz ama asla önermeye kıyamadığınız bir film gelir ya, işte o film benim için 2007 yılında çekilen Once. Bu filmin kıyıda köşede kaldığını ve benim bir hipster olduğumu falan iddia etmiyorum, edemem de zira En İyi Müzik dalında Akademi Ödülü almış bir filmden bahsettiğimizin ben de farkındayım. Burada konu popülerliği değil, büyülü ve özel olması.
Her ne kadar müziğin dünyayı güzelleştirdiğini düşünsem ve müzikal filmleri sevsem de müziğin hayatımızı kurtaracağına falan inanan bir insan olmadığımı itiraf etmeliyim. Bu, bence “Arkadaşlık sihirlidir ve her şeyi çözer,” şeklinde biten filmlere sorgusuz sualsiz inanmakla aynı şey. Bütün bunların yanında asıl önemli olanın varış noktası değil, aldığımız yol olduğuna da inanmaya çalışan bir insanım. Benim durumumdaki bir insan için en doğrusu, bunu kabullenmek olur zira öbür türlü başa çıkamadığım bir anksiyete duygusu hayatımı ele geçiriyor ve gelecek için endişelenirken buluyorum kendimi. Kabullenmeye çalıştığım mevzu şu: Benim bazen stresli ve irrasyonel korkularla dolu bazen ise mutluluktan dört köşe olduğum, sağı solu belli olmayan, yani kısaca sıradan bir hayatım olacak ve gelecek konusunda ben aslında şu aşamada bir fikir belirtemem: Belki yarın trafik kazası geçiririm veya derslerimden kalırım, belki bir şey olur ve ben ünlü olup evde para içinde yüzerim, belki birkaç yıl sonra yalnız ve mutsuz da ölebilirim. Kesin olarak bildiğim ve bu yol boyunca inanmak istediğim tek şey, müziğin benim hayatımı biraz daha çekilir hale getirdiği.
Once, bu konuda çok özel bir film işte. Sizi bir yolculuğa çıkartıyor, bu yolculuğun sonunda da size büyük şeyler vadetmiyor. Daha en başından itibaren titreyen kameralarla, doğaçlandığı belli olan diyaloglarla ve isimsiz başkarakterlerle size, bütün bunlardan daha sıradan bir hikâye anlatacağının sinyallerini veriyor. Öyle de ilerliyor.

Bir sokak müzisyeni ile çiçek satarak geçinen bir göçmenin hayatlarının müzik sayesinde kesişmesini ve müziğin içinde birbirlerini bulmalarını izliyoruz esasında. Düşük bütçeli bir film bu, öyle ki filmin bütçesinin bir kısmı yönetmen John Carney’nin cebinden karşılanmış, dolayısıyla biraz daha samimi bir yapımın bizi beklediğini hissedebiliyoruz. Bütün bunlara rağmen büyük beklentilere girmemizi sağlayacak olaylar da var içinde. Ünlü olacaklar mı? Beraber olacaklar mı? Sonsuza dek mutlu yaşayacaklar mı? Başkarakterlerimiz ne birbirlerine ne de bize bir söz veriyor.
Peki bize bunları vadetmeyen bir filmden biz, ne bekleyelim ki? Belki de bazen bir beklentiye girmeden akıntıya kendimizi bırakmak daha iyidir. Fakir çocuğun müzik sayesinde zengin olup dünya turları yaptığı ve filmin sonunda güzel kızı elde ettiği, sonunda da günbatımında öpüştükleri yüzlerce film vardır, bundan eminim. İşte bu filmlerin aktardığı gerçeklik, şans faktörünün yüzde binlere çekilip yeniden inşa edilmesiyle oluşturuluyormuş gibi geliyor bana. Once, bunların yanında çok gerçek, çok bizden.
Filmdeki romantik veya samimi sahnelerde tavandan inen bir spot ışığı yok mesela. Filmin en içten, en samimi ve en romantik sahneleri olarak niteleyebileceğim piyano sahneleri bile doğal ışıkla çekilmiş. Belli açılardan, bu film bir belgeseli hatırlatıyor bize. Sanki var olan bir hayatın parçalarını, bir belgesel olarak izliyormuş gibi hissediyoruz. Sanki hiçbir şey kurgusal değilmiş gibi. Gerçek hayattaki samimi anlarınızı bir düşünsenize: Kaçında gökyüzünden ilahi bir spot ışığı gelip üzerinizde belirdi ve arkada Mozart’ın bilmem-kaçıncı senfonisi çalmaya başladı ki? Sıfır.

Sanırım film, benim aşık olduğum bu doğallığı sayesinde aktarmak istediği duyguları bizi manipüle edermiş gibi hissettirmeden aktarabiliyor. Başrollerin filmin sonunda Madison Square Garden’da çalan milyonerler olmadığı (Belki de olduğu, bilemiyoruz) ve bunun yerine aynı gerçek hayatta olduğu gibi müzik sayesinde yalnızca basit hayatlarında kaybettikleri huzuru geri almaları ve birbirleri gibi özel insanları tanıdıkları bir gerçekliği anlatıyor Once. Bu filmin mutlu son anlayışı, günümüzden çok farklı.
Peki, film bu kadar gerçekse büyüsü nerede? Gerçekliğinde. Karakterler arasındaki ilişkinin derinliğinde. Müzikte. Birbirlerine vermedikleri sözlerin içinde, birbirlerinin hayatlarına bilerek veya bilmeyerek yaptıkları küçük dokunuşlarda. Sonunda değil, gidiş yolunda. Bütün bu sıradanlığın içinde bir yerlerde sihir var ve bu sihir, Once’ı benim için özel kılıyor.