Wim Wenders’ı ne kadar sevdiğime ve ona olan saygımın büyüklüğüne değinerek giriş yapmak istiyorum. Sinema anlayışıma en çok hitap eden beni bana en güzel anlatan insan kendisidir muhtemelen. Wim Wenders’ın geçtiğimiz yıl çıkan ve Cannes’da “En İyi Erkek Oyuncu” ödülü kazanan Perfect Days filmini izlemek için aylar süren bekleyişim ardından filmin geçtiğimiz günlerde Mubi’de yayınlanmasıyla nihayet kahvemi alıp kendimi odama kapatıp izleyebildim.
Bazı filmler var ki bana sinemayı neden bu kadar sevdiğimi hatırlatır. Perfect Days de bu kervana katılan filmler arasında yerini aldı. Bitirdiğimde bana “sinema budur” dedirten filmleri çok seviyorum. Bana kalırsa büyük şovlara girmeden, süslü diyaloglarla uğraşmadan sadelikte şıklığı yakalayan bir bütün elde etmek yapılması en zor işlerden birisi ve Wim Wenders bu işi (süslü diyalogları da fazlasıyla iyi yazıyor kendisi ancak bu filmde diğer yönüne odaklanacağız) Perfect Days’te fazlasıyla iyi yapıyor.
Bu noktadan sonra filmden daha detaylı ve bir miktar spoiler vererek bahsedip bana hissettirdiklerine değineceğim. Eğer izlemediyseniz (lütfen izleyin) bu noktadan sonrasına izledikten sonra içinizde birikenleri dökmek için gelmenizi rica edeceğim.

Hirayama (Koji Yakusho) sade ve rutine binmiş hayatının bir kesitine bizleri konuk ediyor Perfect Days’te. Her sabah erkenden aynı süpürge hışırtısına uyanıp bitkilerini suladıktan sonra hazırlıklarını yapıp üniformasını giyip evden dışarı adımını atıyor. Her evden çıkışında gökyüzüne “bugün için teşekkürler” dercesine bakış atıp gülümsedikten sonra otomattan soğuk kahvesini alıp arabasına biniyor. Yola koyulurken ilerki dakikalarda anlayacağımız üzere 70’li, 80’li yıllardan beri biriktirdiği müzik kasetlerinin arabasında bulunan birkaç tanesinin içinden seçtiğini kasetçalarına takıyor ve henüz yeni yükselen güneşin aydınlattığı yollarda her gün takip ettiği rotasının ilk durağına gidiyor. Her gün aynı yollardan, aynı rotayı takip ederek sayıları fazlaca olan halka açık tuvaletlerin temizliğini yapıyor Hirayama. Temizlik yapmasını izlerken kendisine öyle kilitliyor ki insanı dakikaların nasıl geçtiğini anlayamadım izlerken. Yaptığı işi severek ve en iyi şekliyle özenerek icra ettiğini ilk dakikasında anlayabiliyoruz.
Her gün aynı tuvaletleri temizleyip, aynı parkın aynı bankında öğle yemeğini yemek. Her gün aynı banktan aynı ağacın yapraklarını seyrederken rüzgârın yaprakları salladığında çıkan sese kulak kabartmak. Analog kamerasıyla aynı ağacın aynı gökyüzüne uzanan kollarının fotoğrafını çekmek. Hirayama’nın yaptığı bu basit gözüken rutin olayları seyrederken kendimi öylesine kaptırmış buldum ki kendimi kahvemi içemeden soğuduğunu fark edemedim bile. Kendimi Hirayama’nın yanındaymışım, yaptığı her işte omzunun üstünden ona eşlik ediyormuşum gibi hissettim. Sinema’nın bu yönüne aşık olduğumu belirtmeliyim.
Her gününü aynı seyrinde geçirdikten sonra tatil günlerinde de bisikletine atlayıp bizi muhteşem manzaralar eşliğinde çıkardığı rutin yolculuğuna eşlik ediyoruz. Çamaşırlarını yıkamaya gittiğini, analog kamerasının filmini yıkattığını ve kitapçıdan yeni okuyacağı kitabı seçip henüz çıkmayı beklemeden okumaya başladığını ve bisikletiyle ileride öğreneceğimiz üzere 6-7 senedir devamlı olarak gittiği restorana gittiğini görüyoruz.
Bu kadar az diyalogla, sadece Hirayama’nın günlük rutinlerine ve kusursuz müzik zevkine tanıklık ederken böylesine dolu hissettirmesi büyülü bir anın içinde kaldığımı hissettirdi bana. Perfect Days hiç bitmesin istedim, filmi izlerken uzun zamandır hissetmediğim kadar huzurlu hissettim kendimi. Filmin içine girip Hirayama olmak, hatta Hirayama ile yoldaş olmak istedim. Yaşadığı hayattan memnun ve yaptığı en ufak işten bile zevk alarak yaşadığı sade ve hoş bir hayatta ona yoldaş olmak… Onunla sabahları soğuk kahvemi yudumlamak, birlikte kitap okumak, birlikte müzik dinlemek ve hiç konuşmadan sadece anın tadına varmak istedim. Bu isteğimi de bir nevi yerine getirmiş olan Wim Wenders’a şükran borçlu hissettim.

Hayatta bazen düştüğümüzde yanımızda bir el ararız, bulamadığımızda çaresiz hissederiz. Yaptığımız en ufak işten bile keyif alamazken çevremize baktığımızda gördüğümüz mutlu insanlara anlam veremeyiz. Her şeyi zorunluluktan yaptığımız; keyif almamaktan, keyif alabilecekken alamamaktan bıktığımız ancak ne olursa olsun çaresiz hissettiğimiz zamanlar olur. Hayatımın spesifik olarak böyle bir dönemini hatırladım ve keşke o günlerde Perfect Days ile tanışsaydım dedim kendime… Yine de ne olursa olsun bunun farkına bile varmak bana kendimi iyi hissettirmeye yetti. İnanıyorum ki her insanın hayatının bir döneminde Perfect Days’i izleyip bunu hissetmeye ihtiyacı var. Belki gelecek sefere, belki şimdi. Kız kardeşinin kızıyla bisiklet sürerlerken köprünün üstüne durup sohbet ettikleri esnada öyle demişti Hirayama; “gelecek sefer gelecek seferdir, şimdi ise şimdi”…
Altmışlı yaşlarında, hayatını sürdürdüğü rutini içinde mutlu gözüken Hirayama’nın aslında kırılgan olan tarafını da görüyoruz filmin ileri noktalarında. Yeğeninin ailesinden kaçıp ona sığındığı; zamanında ona hediye ettiği ancak unuttuğu analog kamerayı hatırlatması ve onun Hirayama’nın kitaplarına ve kasetlerine olan ilgisiyle birlikte beraber geçirdikleri keyifli vakitlerin ardından gelen anda… Kız kardeşinin geldiği ve kızına onunla gelmesini söylediği sahnede Hirayama kardeşini gördükten sonra görmediğimiz yönünü gösteriyor bizlere… Ne yapacağını bilemez tavırları, kardeşini uzun zamandır görmediğini hissettiren bakışları ve vedalaşırken önce çekinip ardından kardeşine sımsıkı sarılması… İçindeki özlemi ve sevgiyi, hayatın getirdikleriyle bambaşka yollar çizip birbirlerinden uzaklaşan kardeşlerin arasındaki bağın geçmişini merak ettiriyor.
Yeğeninin bisiklet yolculukları sırasında dediği “annem ne zaman senden bahsetsem konuyu değiştiriyor” sözü ve kardeşinin ona “tuvalet mi temizliyorsun” sorusu benim adıma Hirayama’nın belli etmediği yönünün kırılma noktalarıydı. Kardeşinin şoförün çalışır vaziyette beklettiği lüks aracına binip gitmesiyle Hirayama’nın durduğu yerde gözyaşlarını tutamaması benim de ekran başında içimde fırtınalar kopmasına sebep oldu.

Dünyada, Hirayama’nın bahsettiği gibi, birçok dünya bulunuyor ve her bir dünya kendi yörüngesinde varlığını sürdürürken diğer bazı dünyalarla bağ kuramayabiliyor. Diyalogların güzelliğine aşık olmamak ve üzerlerinde düşünüp kendimce anlamlar çıkarmamak elimde değil. Filmde her ne kadar çok az diyalog olsa da her birinin üzerinde saatlerce konuşmak istiyorum ve her birini tek tek hatırlayıp üzerlerinde düşünmek istiyorum.
Son bölümde kanser hastası olduğunu öğrendiğimiz bir karakter ile olan Hirayama’nın sohbeti ve etkileşimi ise izlerken yüzümde buruk bir gülümseme oluşturdu. Hayatın ne kadar kısa olduğunu, yaşadığım anın kıymetini bilmeyi ve her bir insanın biricik değeri olduğu gibi kendi değerimin farkına varmam gerektiğini hissettirdi. Aynı zamanda zaten yetişememe hissi duyduğum sanatın her alanına hâkim olma isteğime bir insan ömrü buna nasıl yetebilir ki sorusunu zihnime getirdi.
Okumak istediğim yüzlerce kitap, izlemek istediğim yüzlerce film, dinlemek istediğim binlerce şarkı, görmek ve öğrenmek istediğim binlerce sanat eseri var. Bunların hepsini yapmaya ömrümün yetmesi imkânsız ve bunu bana hatırlatan bir sahneden sonra yüzümdeki gülümsemenin burukluğu tahmin ediliyordur herhalde. Böyle bir anda ise filmin son sahnesinde soğuk kahvesini yudumladıktan sonra yeni bir güne doğru “Feeling Good” dinleyerek yol alan Hirayama’nın, gülümseme ile gözlerinden taşan yaşları ne yapacağını bilememe arasındaki yüz ifadesiyle; yüzüne vuran güneşle beraber kendini tutamayışını görmek benim de gözlerimin dolmasına sebep oldu.

Bunca karmaşık hisle beraber saatlerdir Hirayama’nın kasetlerinden tanıklık ettiğimiz müzikleri dinlemeye devam ediyorum ve içimdeki hisleri yansıtmanın en iyi yolunun yazmak olduğunu düşünerek buraya attım kendimi. Feeling Good dinlemenin artık aklıma Hirayama’nın yan koltuğunda; yeni doğan güneşe doğru soğuk kahvemle ve yaşlı gözlerimle yolculuk ettiğimiz bir sabahı anımsatacağını biliyorum ve bunun Perfect Days’in huzurunu her defasına içime yeniden doğuracağından emin olmanın mutluluğu içerisindeyim. Mutlu olmanın bu kadar kolay olduğunu ve bunu elde edebileceğim bir şekilde bana sunduğu için Hirayama’ya ve Wim Wenders’a sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.