Realizm… Edebiyatın en gerçekçi, en hayatın içinden olan akımı. İçerisinde bulunan her sanatçının en gündelik, en basit şeyi dahi gözlemlediği ve bu gözlemin her anını fark ettirmeden bizlere de yaşattığı bu akım, romantizme tepki olarak Fransa’da meydana gelmiş. (Bu noktada, “İyi de kardeşim, romantizm ne? Neye tepki vermiş bu adamlar?” Diyeniniz olursa, şurada tam da bu soruya cevap niteliğinde bir romantizm yazısı da var, sizi oraya alalım.) Realizm akımı altındaki eserlerde, her şeyin bilim ve mantıkla açıklanabildiğini, günlük yaşantıda karşılaşılan ya da karşılaşılması mümkün olan olayların işlendiğini görüyoruz. Yani adamlar, okumaya alışmış olduğumuz, “Bu kadar da olmaz.” dedirten tesadüflerden, süslü ve yapmacık üsluplardan tamamen arınmış eserler yazıyor. Çünkü realistler, hayatın her alanından, herhangi bir tabakasından insanı eserlerine yansıtabilmiş, bunun getirisiyle en gündelik olayları bile yazabilir hale gelmişlerdir Düşünün, kendi öz babası ile yıllar sonra karşılaşmış roman kişilerinden, yanlış anlaşılma yüzünden masumlara kıyılan olay örgülerinden ve benzeri olaylardan sonra bahçede gezinirken gördüğü Periveş’e aşık olan Araba Sevdası’nın Bihruz Bey’ine kadar ne kadar büyük bir değişim yaşanmış değil mi? Aradaki bu tesadüf açığı bile realizmin farklılığını bütünüyle ortaya koyuyor bence.
Çevre tasvirleri, gözlemler, her kesimden insan ve akımın sahip olduğu benzeri unsurlar yüzünden diyebilirim ki, realist bir romanda kendiniz ile dahi karşılaşabilirsiniz. Örneğini vermiş olduğum, birkaç kez gördüğü Periveş’e, roman boyunca platonik bir aşk beslemiş olan Bihruz Bey, bir Rus fakirinin hayatını, yaptığı hırsızlık ve getirilerini bizlere gösteren Raskolnikov, yaptığı evliliğe kendini veremeyerek, hayalini yaşayabilmek adına sınırlarını zorlayan Madam Bovary gibi isimler, aramızdan, bizden kimselerdir.

Bu “gerçekçilik” akımına değinmek isteyişimin asıl sebebine gelirsek, size realizmin kurucusu diyebileceğimiz Gustave Flaubert’ten ve onun bunlardan bahsetmişken değinmeden geçemeyeceğimiz eseri Madam Bovary’den bahsetmek istiyorum. Romanımız, ilk yayınlandığında yasaklatılmış ve hatta ahlak kurallarına aykırı görülmesi sebebiyle davaya çıkartılmış. Eser o kadar olası bir olaydan, o kadar her kadının başına gelebilecek şeyleri anlatıyor ki, adamlar -çok afedersiniz ama– tabiri caizse eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmesinden korkmuşlar ve tabii bir kadının böyle hayaller kurmaya cesaret etmesine büyük tepki göstermişler.
Çünkü romanda, Emma isimli baş kişimiz, Charles Bovary olarak tanıdığımız köylü bir kimseyle evleniyor. Bu evlilik, hayal ettiğinden daha küçük bir düğünle başlıyor ve onu, romanlarda okuduğundan çok daha farklı bir yaşama itiyor. Hayallerinden bu kadar uzakta olan hayatın verdiği umutsuzluk ise ona farklı ve tehlikeli adımlar attırıyor. Evliliği, hayalindeki yaşama ulaşmak adına bir bilet olarak gören Emma, bu bileti ekonomi sınıfından almış olmanın verdiği hayal kırıklığıyla kimi first class olarak gördüyse kaçınılmaz bir şekilde ona kapılıyor. Böylece romanın devamında onu bir ihanetin ortasında görüyoruz. Benzer bir durumu, evliliğindeki sevgisizlik yüzünden sonunda sevebileceği ve ihtiyacı olan aşk ile karşılaştığında ihanete sürüklenmiş Bihter’de de görüyoruz. Nefsin iradeye baskın gelmesi, tutkunun peşine düşmek ve suçluluk… Hepsi ne kadar da gerçekçi değil mi?
Emma, 19.yüzyıl Fransa’sının bastırılmış kadınını anımsatmaktadır. Okuduğu romanların etkisiyle aristokrasi ve burjuva sınıfına bir hayranlık beslemeye başlamış, bir üst sınıfa atlamanın yolunu evlilik olarak görmüştür. Sanıyorum ki eserin yasaklanma sebepleri arasında, bu bastırılmışlığı ortaya çıkarır korkusu da vardı. Kitap karakterlerini adeta bir hayat hedefi olarak benimsemiş olan Emma, bu hedefe ulaşamayacağını ne zaman anlasa mutsuzluğa kapılarak dine ve kızına yönelip, mutlu hissettiğinde bunlarla ilgilenmez oluyor.
Onun bu mutsuz, depresif yaşamı edebiyata “Bovarizm” kavramını katmış ve bu kavram hayatından mutlu olmayan kişilerin düşüş ve felaketle sonuçlanan sapmalara verilen adı karşılaşmıştır. Bu bakımdan incelediğimizde, Emma bir karakter değil, tiptir. Mutsuz ve depresyonda olan, düşlerine yaklaşabilmek için birilerine ihtiyaç duyan her kadında Emma’ya, onun özelliklerine rastlayabiliriz.
Bu noktada romanın realizm ile uyuşan bazı noktaları için birazcık spoiler vereceğim, okumak istemiyorsanız sakince kaydırabilirsiniz.

Flaubert, veya kendisini çok severim yüce Flaubert, biraz ilginç ve anlatacaklarımdan anlayacaksınız ki işini bayağı ciddiye alan birisidir. Yazımın başında realizmden, bu kısmın başında da Madam Bovary’nin realizmdeki yeri ve Flaubert’in akımın kurucusu olarak geçtiğinden bahsetmiştim. Yazarımızın eseri Normandiyalı bir doktorun hayatından esinlenerek yazmış olması (belirtmedim ancak Charles da bir doktordu) gerçek bir olayın etkileri sebebiyle akımın ilkelerine uymaktadır. Gözlem, realizmin olmazsa olmaz denilecek unsurudur ve Flaubert bu hareketiyle gözlemi doğrudan doğruya kullanmıştır. Bunun yanında, sizin “Bunu da yapmazsın ya!” diyebileceğiniz ve asıl spoiler olan noktaya geldik çünkü eserimizin sonunda siyanür ile intihar eden Emma’mızı anlamak için yazarımız Gustave siyanürün tadına bakmış, üstelik bu yüzden rahatsızlanmış. Olaya bakın:
“Hastamızın nesi var?”
“Siyanür içmiş.”
“Neden? İntihara mı kalkışmış?”
“Yok, yazdığı karakteri anlamak istiyormuş.”
Fikrimi sorarsanız, Twitter’da kral hareket diye döndürdüğümüz olay tam olarak bu..
Spoilersız bir kapanış yapmamız gerekirse, şahsi fikrim içerikteki olayların garipliği, yazarların üslupları ve benzeri sebeplerle romantik eserlerin çok güzel ve etkileyici olduğu yönünde olsa da, realist eserlerin o gerçekçi ve insana dokunabilen olaylarının da ayrı bir havasının olduğundan yana. Realizm, edebiyat derslerinde veya edebiyat ile ilgili herhangi bi hususta karşımıza çıkma olasılığı yüksek olan bir akım ve içerdiği eserler, akımın altındaki sanatçılar doğrultusunda bunu ne denli hak ettiğini görebiliyoruz. Umarım, anlattıklarım sayesinde siz de bana hak verebilirsiniz.
Son olarak, romanı okumuş arkadaşlar, yok mu bi shot siyanürümüz?