Romantizm, sanıyorum ki en sevdiğim edebi akımlardan bir tanesi. Neden bu akımı bu kadar sevdiğimi uzun uzadıya aktarmak isterdim ama maalesef bu yazının konusu romantizm akımını neden sevdiğim değil, romantizm akımının ne olduğu ve neler içerdiği. Yine de en azından şunu söylersem, siz de bu akımın ne denli etkili olduğuyla ve edebiyatın yönünü nasıl değiştirdiği ile ilgili bir intibaaya sahip olabilirsiniz: Şiiri, şiir dendiğinde akla gelen bugünkü yapısına ve içeriğine kavuşturmak konusunda en büyük adımlar bu akımın egemenliğinde atıldı diyebiliriz. Yani şiirin, hatta genel ölçekte bakarsak edebiyatın bugünkü hâline evrilmesinde büyük bir rolü var romantizm akımının.
Ama romantizm akımını daha iyi anlamak için kendisinden önce gelen akımı da biraz tanımak lazım. Hep öğretilir, klasisizme karşı gelmiştir romantizm diye. Haklıdırlar da, akımlar belli bir diyalektikle gelişirler ne de olsa, her zaman bir etki tepki vardır ama bunlar sınırları belli bir zaman içinde, “Hah karşı koydum işte!” diye bir tavırla, topyekûn tüm bir düşünceye savaş açılarak yapılmazlar. Zamanla birlikte yeni fikirler ve bir konuda bir antitez ortaya atılır ve sonra sentezlenerek ilerler zamanda bu fikirler. Örneğin, yıllarca yazılır doğanın muhteşem uyumu hakkında, ilahi güçlere bağlanır bu durum. Her şey bir dengede ve düzendedir doğada klasisizme göre. Sonra bazı insanlar çıkar ve doğadaki kaosu, kargaşayı görür. Bu konuya parmak basarlar. Sonra her konuya sıçrar bu: eğitime, politikaya, pedagojiye, aşka, dini konulara… Tabii ki sıralama böyle değil. Bu sadece nasıl parça parça bir bütüne gidildiğiyle ilgili bir örnek. 18. yüzyıl sonları ve 19. yüzyıl başlarına denk gelen romantizm böyle gelişmiştir, parça parça bir bütüne ulaşmıştır.

Biraz daha neo-klasisizmden bahsedelim. 17. ve 18. yüzyılları büyük oranda tanımlayan bu akım, antiklerin (Antik Yunan ve Roma) örnek alındığı ve idealin, altın pusulanın o zamanın değerlerini gösterdiği bir akımdır. Bu dönemde insan aklı bir “tabula rasa”dır —John Locke sağ olsun—, bir makine gibidir ve içi doldurulmayı bekler. İnsan ne alırsa hayatı boyunca odur kısacası. Bu yüzden çalışmak önemlidir, antik eserleri ve fikirlerini delicesine bilmek, onları taklit etmek güzel şeylerdir. Doğada her şeyin bir işlevi vardır, hepsi bir düzene hizmet eder. İlahi bir düzenin parçalarıdır bunlar, değilse bile doğanın kendisi ilahidir. Akıl her şeydir; aklını kullanmayan, diline bunu yansıtamayan —yani retorik bilmeyen— entelektüel değildir. Edebi formlar da doğadaki muhteşem denge ve düzeni taklit ederler. Metreye uygun yazılırlar, uyaklıdırlar, çeşitli kısımları vardır. Her şey bu ilahi düzenin taklididir, bu yüzden doğayla ilgili bulunan bilimsel bulgular da şiirde kullanılmalıdır. Mesela Alexander Pope’un “An Essay on Man”i uyak ve metreden hiç sapmaz, doğa gibi nizamlıdır; aynı zamanda bilimin kendisine verdiği imkanlardan da yararlanır, metaforlarını bilimsel bilgiler üzerine kurar:
“Self-love, the spring of motion, acts the soul;
Reason’s comparing balance rules the whole.
Man, but for that, no action could attend,
And but for this, were active to no end:
Fix’d like a plant on his peculiar spot,
To draw nutrition, propagate, and rot;
Or, meteor-like, flame lawless through the void,
Destroying others, by himself destroy’d.”
Bitkiler ve meteorlar birer metafor olmuştur bu şiirde. Bitkinin tanımlanışı onun biyolojik gerçekliği üzerinedir: Bitki sabittir, besin alır, ürer, çürür. Bütün bunlar neo-klasisizmin bağlı olduğu bilimsel, dönemsel, kültürel ve algısal gerçeklerdir.
Şimdi ise gelin romantizm hakkında konuşalım uzun uzun. Nasıl karşı çıkar romantizm bunlara?
Hayal gücü

Hayal gücü romantik yazarların ve şairlerin en büyük güç kaynağıdır denebilir. Klasisizmde gerçeklik olduğu gibidir, doğa hakkında daha fazlası ampirik bilgi birikimi ve deneyle bilinebilir ancak bir şairin görevi buna objektif yönden bakarak tanımlamaktır. Hayal gücü romantizm akımında bir ayırıcı güç olarak bu açıdan devreye giriyor çünkü hayal gücü bizi fiziksel gerçekliğin sınırlarının ötesine geçirebilir ve bu, değerlidir romantik yazarlar için. Hayal gücü bu gerçeklik nesnesine kendi baharatını katar, onu yeniden tanımlar, artık sübjektif bir deneyimdir bu nesne ve bu, yazıya aktarılır. Hani sizlere demiştim en başta, şiiri bugünkü şiir yapan en ödemli adımlar burada atıldı diyebiliriz diye. Tam olarak bir örneği de bu işte. Şu an şiir öznel bir deneyim; şairin hayal gücü bu öznel deneyimin oluşması ve gerçekliğe farklı bir gözle bakabilmemiz için çok önemli bir araç. Klasisizmde olduğu gibi bir çerçevenin içinden çıkılmasa bugünkü öznel deneyimleri elde etmemiz, bunun şiir geleneği haline gelmesi pek zor olacaktı.
Hayal gücünün gerçekliğe bakışta yarattığı farka Samuel Taylor Coleridge’den bir örnek vereyim. “The Eeolian Harp” yani “Rüzgâr Harpı” olarak ismini çevirebileceğimiz bu şiirde Coleridge bizlere bir tür kuştan bahseder:
“Footless and wild, like birds of Paradise,”
Bu kuşlar biyologlar tarafından gözlemlenmiştir ve ayaksız olduğu düşünülmüştür uzun zamanca. Bu yüzden de hiç yere konmadıkları ve hayatları boyunca uçtukları sanılmıştır! İşte Coleridge bu gerçekliği ve “bilimsel bilgi”yi alır ve bunu bir “sonsuzluk” metaforu olarak kullanır. İşte bunlar asla yere konmayan, sonsuza kadar uçan kuşlardır! Hayal gücü gerçekliği istediği gibi büker ve bize eşsiz bir deneyim sunar.
Hayal gücü romantikler için öyle önemli ki örneğin, William Blake bu hayal gücünün getirdiği “görü”lerini asıl “gerçek”ler olarak alır. Gerçekliğin bilgisine, nesnel dünyanın ardında yatan gerçek dünyaya ancak hayal gücünün el verdiği ölçüde ulaşabileceğimizi düşünür. Onun için rasyonel ve materyalde yatan bir gerçeklik yoktur. Ki “Poetic Genius” terimini atar ortaya. Bu “sublime”a ulaşabilen aklın tanımlamasıdır, hayal gücü bu açıdan önemlidir.
“Sublime” Duygusu

“Sublime” kelimesi Türkçeye “yücelik” olarak çevrilebilir. Ama bundan önemlisi bunun tanımı ve romantik değerlerdeki estetik karşılığıdır. Çokça Edmund Burke, Immanuel Kant, William Wordsworth, Samuel Coleridge tarafından tartışılan bu duygu yücelik karşısında yaşadığımız duygudur. Gökyüzündeki milyarlarca yıldızı düşündüğümüzde, sonsuzluğu hayal ettiğimizde, bir fırtına karşısında, koca bir uçurum karşısında hissettiğimiz, anın durduğu, korkuyla karışık tapınma gibi bir hissiyatı getiren çok karmaşık bir duygudur “sublime”. Coleridge’den verdiğim az önceki örnekteki “sonsuzluk” işte bu “sublime” duygusu çatısı altında verilmiştir. William Blake de bu duygunun oluştuğu yerde “gerçek” dünyanın bilgisinin yattığını düşünür.
Ve “sublime” kişisel bir deneyimdir, herkeste aynı etkiyi uyandırmaz. Aklın melekeleri buna izin vermelidir, o yüzden bir şiirde yakalanabilmesi için hayal gücü ve bunun güzelliğini ortaya dökebilecek yetkin bir dil, uygun metaforlar şarttır. William Blake “The Tyger” şiirinde korkunç ancak aynı zamanda yüce bir varlığı anlatır:
“Kaplan! Kaplan! gecenin ormanında
Çeviri: Selahattin Özpalabıyıklar, İşbankası Yayınevi
Işıl ışıl yanan parlak yalaza,
Hangi ölümsüz el ya da göz, hangi,
Kurabildi o korkunç simetrini?”
Belki o zaman için pek etrafta rastlayamayacağımız ve tabii ki deneyimlememiş olacağımız kaplan, kendi başına sublime duygu yaratmaya yeten bir varlık olabilir —korkunç ancak bir o kadar da yüce bir canlı olarak— ancak şimdi eskisi kadar da sublime bir etki yarattığını söylemek çok güç, sonuçta bunların koca kediler gibi davrandığını biliyoruz, hayvanat bahçelerinde, fotoğraflarda, videolarda görebiliyoruz kendilerini. Buna rağmen, şiir bu duyguyu çok güzel aktarmayı başarıyor. İşte bu da dil ve hayal gücünün başarısı diyebiliriz. Geceleyin yanan gözlere verilen detay, arkadaki korkunç potansiyel ve simetrik, estetik bir görünümün birleşimi tam da “sublime” denen şeyi uyandırmayı başarıyor bizlerde.
Doğa

Gördüğünüz üzere çoğu örneğim doğayla ilgiliydi. Evet, romantikler doğayı şiirlerinde çokça kullanmışlardır. Tabii ki bunlar neo-klasisizmde kullanılan örneklerden çok farklı yapıdalar, hayal gücü ve sublime gibi farklı yöntem, estetik anlayış ve duyguların etkisiyle. Doğa çok daha öznel bir deneyim romantikler için, onların doğaya ne atfettiği önemli, bilimsel bilgileri aktarmak asıl amaç olmaktan çok sadece doğanın özelliklerini tanımak için birer araç. Onlar doğadan çok doğanın kendilerinde oluşturduğu duyguları yazıyorlar aslında. Bu daha kısa, öz ve doğru bir tanım galiba.
Mesela bu konuda en güzel örnek Wordsworth’den “I Wandered Lonely as a Cloud” şiiri olabilir:
“I wandered lonely as a cloud
That floats on high o’er vales and hills,
When all at once I saw a crowd,
A host, of golden daffodils;
Beside the lake, beneath the trees,
Fluttering and dancing in the breeze.”
Şiir, Wordsworth’ün de bahsetmekten ve dolaşmaktan çok hoşlandığı Grasmere’i, Lake District’i anlatıyor aslında. Bir anı olarak retrospektif anlatılan şiirde çok huzur dolu bir hava var: Nergisler çokça, sanki sonsuzluğa uzanırcasına gölün kenarında hafif bir esinti ile dans ediyorlar.
“Continuous as the stars that shine
And twinkle on the milky way,
They stretched in never-ending line”
İşte nergislerin çokluğu yine hayal gücünün de getirisiyle sonsuzluğu ve sonsuz yıldızları andırıyor şaire. Sonuç olarak ise “sublime” bir his uyandırıyor anlatıcıda ve bizlerde. Sublime’ı doğada hissetmek ise anlatıcıya ve bizlere huzuru getiriyor. Aidiyet duygusunu hatırlatıyor, tıpkı bir zamanlar annemizin karnında tek bir vücutta tek bir canlı olmamız gibi. Tıpkı doğayla bir olmamız ve doğadan var olmamız gibi. Tabii ki insan dediğimiz canlı zamanla bu bağı kaybediyor. İşte bu tarz duygularda bu bağ yeniden hissediliyor, katartik bir etki yaratıyor. Freud’un teorisine bağlayabiliriz bunu (Oceanic Feeling, Objects Relations Theory) ama o başka bir güne kalsın. Gördüğünüz üzere doğa romantik bir şair için içe açılan bir kapı, doğayı ele alış klasisizmden epey farklı.
Eğitim ve Çocuk

Eğitim, romantikler için özel bir konu. Bu zamanlarda ortaya atılan yeni teorilerle birlikte eğitimin bir nevi yeniden tanımlanması yaşanıyor diyebiliriz. Çocuğun beyninin klasik düşüncelerde tahmin edildiği gibi bomboş ve bilgiyle doldurulmayı bekleyen bir “makine” olmadığı gibi düşünceler ortaya atılıyor. Çocuk da aktif bir alımlayıcı olarak tanımlanıyor. Çocuğun ilgisini çekmek onun bir konuyu öğrenmesinde çok büyük bir katkıyı sağlıyor teorisi atılıyor mesela. Yani, çocuğun ilgisi çekilmek için hem uğraşılmalı hem de ilgisini çektiği konularda özel bir eğitim verilmeli gibi bir teori. Tabii bir yandan da çocuk işçilerin sanayi devrimi ile artması gibi bir konu da var. Kısacası çocukların ve eğitimin bolca tartışıldığı bir dönemden bahsediyoruz. William Blake “Chimney Sweepers”da çocuk işçilere değiniyor mesela, onların çatı temizlemesinden, içler acısı durumundan bahsediyor.
Romantikler de tabii ki eğitim gibi dönemin popüler bir konusuna eğiliyorlar. William Blake “The Lamb”de güncel eğitim sistemini eleştiriyor:
“Little Lamb who made thee
Dost thou know who made thee”
Bir skolastik, dogmatik eğitimin verildiği kilise ortamı taklit ediliyor bu şiirde. Rahibin soru sorup tam olarak istediği cevapları alması, bunları ezberleyen çocukların yanıtları çağrıştırılıyor “kuzu” ve “çocuk” figürleri üzerinden. Tabii ki Blake kendi çocuk figürüne, bu dogmatiklikten kopan cevaplar verdiriyor. Güncel eğitim sisteminin doğadan, gerçek bilgiden, bireyden uzak, sadece otoritenin dediklerini tekrarlayan yapısını vurgulayıp eleştiriyor.
Ama çocuklar aynı zamanda yüceltilen de varlıklar romantikler için. Çocuklar bu dogmatik eğitim sistemiyle yozlaştırılıp ruhları eritilmemiş ve aynı zamanda özgür varlıklar. Çocuklar doğanın, harmoninin ve gerçek mutluluğun, eğlencenin tadına varabilen varlıklar, akıllarından çok duygularıyla hareket ederler —Klasisizmin akılcılığına karşı iyi bir timsal seçmişler—. Bu yüzden eğitim sisteminin ruhlarını emdiğini düşünen melankolik romantiklerimiz çocukları olabildiğince yüceltiyor. Doğa gibi sık rastlanan konulardan oluyor çocuklar ve onların sonsuz özgürlüğü. William Blake’in “Nurse’s Song” (Masumiyet Şarkıları Versiyonu), Coleridge’in “Frost at Midnight”ı çocukların yüceltildiği şiirlere birer örnek diyebiliriz.
Duygular, Bireycilik ve Romantik Kahramanlar

Neo-klasisistler ne kadar aklı savunuyorsa romantiklerin de bir o kadar duygusal bir altyapı kurduğunu söyleyebiliriz şiirlerinde. Klasik görüş duyguları hep öcü olarak görmüştür —Şimdiki düşünceler de çok farklı değil ya zaten—, onları hep kontrolü kaybetmenin ve vücudun aklın egemenliğinden çıkışının bir göstergesi olarak görmüşlerdir. Bu yüzden akıl her zaman önemlidir ve biriciktir, bireysel duygular çok irdelenmemelidir, idealize ise asla edilmemelidir neo-klasisizmde. Romantikler için bu tam tersi bir durum. Onlar duygularda sınırları önemsememişlerdir. Duyguları pusuladır, hayal güçlerinin anahtarıdır, huzurlu hissetmelerine ve öznel olmalarına açılan bir kapıdır. Zaten her şeyi rasyonel bir şekilde ele alan bilim varken, bir de şiir gibi bir alanın duyguları bırakması ne kadar gereklidir? O yüzden romantikler de bu sınırları kaldırmışlardır zaten. Hele Fransız Devrimi gibi bir zamanda yeşeren bu akım için duyguların öneminin şiirlerde adres edilmemesi çok absürt olurdu. Nitekim koskoca topluluklar duygu selinin, bir tutkunun sonucu bu kadar büyük işlere kalkışmışlardır. Lord Byron bunu tanımıştır mesela, “Prometheus” şiirinde insanın kanında bulunan, isyanı tetikleyen duyguları ele alır. Bu duygusal tepkidir devrimi getiren ve bunun önemsenmemesi “akılcı” değildir romantikler için.
Dahası, Prometheus yalnız bir figürdür tıpkı çoğu romantik şiirde kullanılan romantik kahraman gibi. Çoğu, toplumdan soyutlanmış figürlerdir bu kahramanların. Bireycidirler, toplumda kaosu görürler, hayatın çelişkilerini, doğanın çelişkilerini görürler, melankoliktirler. Bu yüzden daha içe dönüktürler. Percy Bysshe Shelley’nin “Stanzas Written in Dejection”ında yalnız bir şair görürüz mesela:
…
“I sit upon the sands alone,—”
…
“Others I see whom these surround—
Smiling they live, and call life pleasure;”
Kumsalda tek başına oturan, etrafındaki insanlarla ve onların mutluluklarıyla bağlantı kuramayan bir kahraman vardır anlatıcı olarak. Yaşadığı zorlukları anlatır, intihar hislerinden bahseder, yakınır, umutsuzluğunun derecesini gösterir bizlere. İşte yoğun duygular yaşayan bir kahraman görürüz, izoledir, dışarıdaki hava çok güzel ve cıvıl cıvıl da olsa içinde fırtınalar kopar. Tabii tüm romantik kahramanlar bu tarz bir melankolinin esiri değildir ancak romantik kahramanların çevreleriyle ilişkileri ve hayatı deneyimleyişleri açısından bu saydığım özelliklerin benzer oldukları söylenebilir.
Form

Romantikler için belli bir form tüm dönemi domine etmiştir demek imkânsız. İşte bu da özgürleşmeyle, öznelleşmeyle gelen bir şey demek yanlış olmaz. Modernizm’de göreceğimiz o formların tamamen kırılışı belki de burada başlıyor diyebiliriz. Hiç katı form kullanılmamıştır denemese de çokça esnetilen form bulmak mümkün. Zaten neo-klasisizmde gördüğümüz katı form takıntısının nedenini biliyoruz, romantiklerde bunu aramak çok doğru olmaz. Ama ben form konusunda genelleme yapmayı sevmiyorum. Form, zihniyetin genel olarak aynı olması gibi sabit kalmıyor. Çok daha şairden şaire değişebilen bir şey.
Ve Sonuç…
Ne yolculuk oldu ama! Buna başlarken kısa bir yazı yazmayı düşünmüyordum, bunu itiraf edeyim ama bu kadar da uzun bir yazı yazmayı da düşünmemiştim ki daha anlatamadığım o kadar çok şey var ki bu dönem hakkında… Yine de temel hatlarıyla romantizm akımının ne olduğunu ve önceki dönemle ilişkisine kabaca değindim. Örnekler de umarım güzel bir pusula olur. Şunu da tekrar demeden etmeyeyim, hiçbir dönemdeki eser-yazar-şair bu anlatılan genel geçer detaylara %100 uyacak diye bir kural yok. Her şair-yazar sonuçta kendi fikir bütünlüğünde yazıyor eserlerini. Ancak dönemin zihniyetinin genel olarak bu olduğunu ve çoğu dönem sanatçısında da bu özelliklerin bir versiyonunun görüleceği bir gerçek.
Bu uzun yazıda bana sonuna kadar eşlik edenler varsa helal olsun. Bir sonraki zamana kadar hoşçakalın!