Yazan: Furkan Enes Yalçın
Belli başlı hisler var ki bunları bize aktarabilmek için oyunların çok iyi bir kanal olduğunu düşünüyorum. Tabii ki oyunlar interaktif bir medyum olduğu için bir bakıma bir sıfır önde başlıyor gibi gözükebilirler bu alanda. Ancak birçok oyun bu interaktiviteyi klasik şekillerde kullanıp sadece ekrandaki bir karakteri, bir silahı veya başka bir objeyi basit şekillerde kontrol etmemizi sağlamakla yetiniyor. Bu yazıda bahsedeceğim oyunlar ise bu konuda bir hatta birkaç adım daha atarak bu interaktiviteyi adeta manipüle ederek oynayanlara farklı hisler aktarmayı amaçlıyor. Ve bence bunu da çok iyi başarıyorlar.
Ama dediğim gibi, bu hisleri sadece bu yazıda bahsedeceğim What Remains of Edith Finch ve Brothers: A Tale of Two Sons isimli oyunları oynayarak tecrübe edebilirsiniz. Bu yüzden yazıyı okumadan önce ikisi de birkaç saat süren bu küçük ama harika oyunları oynamanızı öneriyorum.

Monotonluk ve Escapism
Bahsetmek istediğim ilk oyun What Remains of Edith Finch isimli atmosferik yürüme simülatörü. (Benim değil Steam’in tanımı maalesef.)
Bu oyunu klavye ve fare ile oynamıştım ve bu oyunun tecrübesine olan katkısından birazdan bahsedeceğim. Oyun, eski aile evine dönen genç bir kadın olan Edith Finch’in, Finch ailesinin Amerika’ya gelişinden itibaren devasa evlerindeki yaşamlarından parçalar keşfetmesini konu alıyor diyebilirim. Çoğunlukla birincil tekil kamera (FPS) ile Edith Finch’in gözünden ilerlediğim oyunun birçok kısmında beni etkileyen hikayelerle karşılaştım. Ama beni en çok etkileyen, Edith’in büyük kardeşi Lewis’in başına gelenlerdi.

Bundan Sonrası Spoiler!
Lewis’in hikayesini psikiyatristinin onun hakkında yazdığı bir mektup aracılığıyla, Lewis’in gözünden öğrendim. Lewis tıpkı benim gibi bilgisayar oynamaktan keyif alan, alemci, genç bir delikanlıydı. Balık konserveleri yapan bir fabrikada çalışmaya başlamasıyla onun için de hayat henüz yirmili yaşlarının başında monoton bir hale gelmişti. Bu monotonluktan bir şekilde kaçmaya çalışan Lewis, çareyi kendi hayal gücünde buluyordu. Mesai saatleri içerisinde bir yandan –sağ elimle kullandığım fare aracılığıyla– bir giyotin yardımıyla balıkların kafalarını gövdelerinden ayırırken, bir yandan da –sol elime denk gelen wasd tuşları aracılığıyla– giderek dallanıp budaklanan hayal dünyasında keşfe çıkıyordu. Bu süreçte ekranda Lewis’in hayal gücüyle oluşturduğu dünyanın kapladığı alan giderek artıyordu. Ancak buna rağmen psikiyatristin mektupta da belirttiği gibi Lewis’in –ve dolayısıyla da benim– iş performansında herhangi bir düşüş gözlemlenmiyordu. Aksine bu aşırı monoton işi otomatiğe alıp daha bile hızlı yapıyordu Lewis.
Ben de sağ elimle tıpkı Lewis gibi bu işin monotonluğuna hapsolmuştum ve belki zorunluluktan belki de alışkanlıktan dolayı artık sağ elimi unutmuştum. Oysaki sağ elim görevini eksiksiz bir şekilde yapmaya devam ediyordu. Ama benim tüm dikkatim, tıpkı Lewis gibi, kesinlikle sürekli balık kafası kesmekten daha ilginç olan ve sol elimle yön verdiğim hayal dünyasındaydı. Çünkü tıpkı Lewis’in dediği gibi bu hayal dünyası da en az monoton bir işe hapsolmuş bedeni kadar gerçekti.
Psikiyatristin mektubunun sonu geldiğinde ve Lewis giyotinin altına kendi kafasını koymaya karar verdiğinde bir anda irkilerek gerçek dünyaya döndüm.

Kayıp
Bu yazının ikinci misafiri ise Brothers: A Tale of Two Sons isimli atmosferik macera oyunu. (Evet, yine Steam’in tanımı maalesef.)
Bu oyunu ise bir oyun kolu ile oynamıştım. Oyun, babaları ağır hasta olan iki kardeşin diyar diyar dolaşıp buna bir çare bulmaya çalışmasını konu alıyor. İzometrik perspektife sahip oyunda, oyun kolunun sol analog ve sol trigger tuşuyla büyük kardeşi, sağ analog ve sağ trigger tuşuyla ise küçük kardeşi kontrol ediyordum. Bu da, oyun boyunca karakterleri sağ ve sol elimle özdeşleştirmemi sağladı. Oyun süresince kardeşleri iyi koordine edip önlerine çıkan birçok engeli aşmalarını sağlayarak ilerledim.

Yine geldik spoiler kısmına!
Oyunun açılış sahnesinde öğrenmiştim ki ana karakterlerin annesi, küçük kardeşin gözleri önünde boğularak hayata göz yummuş. Bundan dolayı küçük kardeşin yüzmeye karşı bir fobisi var ve bu karakteri oyun boyunca nehirlerden abisine tutundurarak, onun yardımıyla geçirdim.
Oyunun sonlarına doğru maalesef büyük kardeş karakteri vefat etti. Benim için bu oyunun en iyi başardığı şey de bu andan itibaren gün yüzüne çıktı. Büyük kardeş öldükten sonra oyun kolunda sol elim işlevsiz hale geldi ve sadece sağ elime denk gelen girdileri kullanarak ilerlemek durumunda kaldım. Ekranda artık sadece küçük kardeş vardı ve ben artık sadece küçük kardeşi kontrol ediyordum.
Büyük kardeşin ölümü sadece etkileyici bir hikaye anı değildi. Sanki gerçekten çok sevdiğim ve daha da önemlisi alıştığım biri artık hayatımdan çıkmış gibi bir yanım eksilmişti. Üstüne üstlük oyun, bu hamlesiyle kalbimi parçalayarak hafızamda kalıcı bir yer edinmekle kalmayacak ve daha da ileri gidecekti.
Oyunun son kısmında, küçük kardeşin yalnız başına bir nehri yüzerek geçip babasına geri dönmesi gerekiyordu. Ama ne olursa olsun bir türlü cesaret edemeyip nehri geçmesini sağlayamıyordum. Sonra –kesinlikle internetten burayı nasıl geçeceğime bakmadan– karşıya geçmek için sol elimi de kullanmaya başladım ve küçük kardeşin nehri geçmesini sağladım. Şimdiye kadar nehirlerden hep abisinin yardımıyla geçmiş olan bu küçük çocuk, bu sefer adeta abisinden manevi güç alarak nehri geçmişti.

Sonuç Olarak
What Remains of Edith Finch’i oynadığımda Lewis’in hikayesi, monoton bir yaşamı ve bunun benim üzerimde yaratabileceği etkileri iliklerime kadar hissetmemi sağlamıştı ve bana böyle hissettiren başka bir eser tüketmedim hiç. Brothers – A Tale of Two Sons’a kadar da hiçbir eser birini kaybetme hissini bu kadar derinden hissettirmemişti bana. Brothers’tan sonra da bu denli yoğun hissettiren olmadı.
Oyunlar hikaye anlatmak için doğru medyumlar mıdır değil midir tartışıladursun bana göre bazı hisleri aktarmak için şu an sahip olduğumuz en iyi medyum, oyunlar.
Siz ne düşünüyorsunuz? Size böyle eşsiz deneyimler yaşatan oyunlar oldu mu?