Küçüklüğümde filmlerden ziyade kitaplara sarmıştım, kitaplarla beraber büyüdüm. Beni yönlendirecek pek kimse de yoktu etrafımda, elime ne geçerse onu okuyor, televizyonda ne varsa onu izliyordum. Bu yüzden de birçok kült filmi ne yazık ki çocukluğumda izleme fırsatını kaçırdım. Matrix’i de, Yüzüklerin Efendisi’ni de, hatta Harry Potter’ı bile hep film izlemeyi hobi haline getirdiğim yaşlarda izledim. Bu yazımda bahsedeceğim Star Wars için de durum aynen bu şekildeydi. Benim gibi büyüdüğünüzde bu trene öyle bir noktada atlıyorsunuz ki gerisinde binlerce vagonluk bir geçmiş, devasa bir külliyat oluyor. Bir eseri ne kadar severseniz sevin, onun özünü yakalamak için fazla geride kaldığınızı hissediyorsunuz. Ne yaparsanız yapın istediğiniz kadar yaklaşamayacağınızı, binlerce adım geriden başladığınızı düşünüyorsunuz. Yani, en azından benim tecrübem böyle.
Bu sebeptendir ki Star Wars filmlerini de her ne kadar severek izlemiş olsam da asla o treni takip edecek enerjiyi kendimde bulamadım. Disney satın aldıktan sonra Star Wars’a düşen birisi olarak geçmişe şöyle bir bakıyorum da bir sürü kitap var, çizgi roman var, dizi var, oyun var, o var, bu var… Canon’u biliyorum fakat Legends’ta bilmediğim bir sürü şey var. Canon’da dahi bilmediğim birçok şey var, oturup inciğini cinciğini çıkarana kadar araştırmadım filmleri çünkü. Eminim ki araştırsam, oturup bir Star Wars ansiklopedisi okusam, filmleri üçer beşer kere izlemiş olmama rağmen hala yeni şeyler öğrenirim. Fakat dedim ya, ne enerjim var ne de motivasyonum.
Durum bu şekilde olunca, en kaba örneğini verirsem, Darth Vader’ın Luke’a babası olduğunu söylediği an size sürpriz olmuyor. Çünkü zaten uzun zaman önce internette dolaşırken gördüğünüz rastgele bir film karesi haline geliyor bu. Beklediğim bir sahne olduğu için de geldiğinde duygusal derinliğini yeterince özümseyemediğimi düşünüyorum. Büyük bir kayıp gibi geliyor yahu.
Neyse ki benim de Star Wars külliyatını ilk defa izlerken görüp aşık olduğum bazı anlar var. Şu günlerde kendimi Empire Strikes Back’i özlerken buluyorum. Eh madem öyle, durup bir geçmiş filmleri yad edelim dedim. Binlerce işimin arasında oturdum, Star Wars düşlüyorum. Sizinle de düşüncelerimi paylaşayım, beraberce sesli sesli düşünelim.

Leia Organa’nın Obi-Wan Kenobi’ye “Sen benim tek umudumsun” dediği an her seferinde tüylerimi diken diken etmeye yetiyor, diyerek bir başlayalım mesela. O sahnede nasıl bir maceranın başlayacağından bihaber olan tek kişi, ne denli güçlü ve bilge bir Jedi haline geleceğini bilmeyen masum çocuk Luke Skywalker değil- Biz de öyleyiz! Bu sahneyi ilk defa izlediğimde içim kıpır kıpır olmuştu zira kendimi gerçekten de yıldızların arasındaki bir maceraya attığımı bana hissettirmişti o güzel prenses.
Bu sahneyi bu kadar sevmemin asıl sebebi, tıpkı bu yazıda bahsedeceğim diğer sahneler gibi, yıllar sonra yeniden izlediğimde kendimi bu defa apayrı duyguların içinde bulmam. Yine tüylerimi diken diken ediyor lakin bu defa apayrı bir sebepten. Tamamen farklı bir duygu, belki küçük bir burukluk, belki de minik bir heyecan, belki ikisinden de azar azar konmuş karmaşık bir duygu çorbası. Zira Leia’nın “son umut” olarak gördüğü ufacık bir anın onun hayatında ne büyük değişikliklere yol açacağını bilmemesi fakat izlerken benim biliyor olmam çok ama çok güzel bir his.

Asıl eserden öncesini anlatan prequel filmler de sanırım beni bu yüzden heyecanlandırıyor. Birçok kişi benimle hemfikir olmasa da Star Wars prequel filmleri için de bu heyecanım geçerli açıkçası. Umutlu, heyecanlı, hevesli bir çocuk olan Anakin Skywalker’ın bir noktada Güç’ün karanlık tarafına geçeceğini bilmek, o küçük çocuğu hafif bir burukluk ile izlememe sebep oluyor. Eminim ki Mustafar sahneleri en az benim kadar sizin de kalbinizi kırmıştır. The Phantom Menace ve Revenge of the Sith arasındaki ton farkı çok hoşuma gidiyor- Kalbim kırılıyor. Her ne kadar The Phantom Menace’i birçok kişi gibi ben de sıkıcı bulsam da küçük ve heyecanlı Anakin’i görmek, belki de o ufak kusuru olmasaydı yaşayabileceği hayatı düşünmek çok hoşuma gidiyor. İşte tam olarak bu yüzden The Phantom Menace, seriyi ilk defa izlediğimde en sevdiğim Star Wars filmi olmuştu diyebilirim.

Bütün bunların yanında bir de Leia’nın, Luke’un kardeşi olduğunu fark ettiği sahneyi iki yüz kere izlemişimdir. Prequel filmlerini izledikten sonra bu sahneyi yeniden izlediğinizde hissettirdiği şeyler, ilkinden epey farklı oluyor diye düşünüyorum. Bahsettiğim sahnede Leia, Luke’un babasının Darth Vader olduğunu öğreniyor. Eh, takdir edersiniz ki bu sahne bu haliyle epey kuvvetli zaten. Lakin hemen sonra Luke’un imalı imalı “kız kardeşim” demesi ve Leia’nın zihninden binlerce düşüncenin aynı anda geçmesi o kadar vurucu ki! Bir yandan biliyor, tahmin ediyor, bir şekilde hissediyor bunu fakat bir diğer yandan bu, kendi babasının da Vader olduğu anlamına geliyor. Ayrıca beraber devasa bir maceraya atıldığı, kendisiyle gurur duyduğu bu çocuk onun kardeşi! Heyecan, sevinç, gurur fakat bir yandan da sessiz bir yas…
Bazı hisleri anlatmaya kelimeler yetmez, bu sahne de öyle benim için. Bana hissettirdiklerini anlatamıyorum fakat orada ben de Leia ile birlikte üç yüz tane duygunun beni ele geçirdiğini hissediyorum, en azından bu kadarını söyleyebilirim.

Anlatmam gereken bir sahne daha var. Bu sahnenin benim için önemi çok büyük ve özellikle son filmlerden sonra kalbimi birkaç yerinden kırıyor.
Star Wars orijinal üçlemesi boyunca Leia ve Han’ın arasındaki kimya inkar edilemez, değil mi? Flörtleştiklerini biliyoruz. Birbirlerine çok güzel sataşıyorlar. Bir de gerçekten öpüştükleri gerçeği var tabii ama ben bunu kastetmiyorum. Kastettiğim şey, teatral bir biçimde sergilenen bir aşktan ziyade aralarındaki kimyanın asla göze batmayan, doğal gelişen bir şey olduğunu hissettirebilmeleri.
Eh, böyle bir açılıştan sonra anlamışsınızdır ki Empire Strikes Back’te Leia’nın Han’a onu sevdiğini söylediği sahneden bahsedeceğim tabii ki. Sıradan bir diyalogda birisi birisine sevdiğini söylerse cevap olarak o da onu sevdiğini söyler, bu romantiktir elbette. Fakat daha da romantik olan şey nedir biliyor musunuz? Karşıdakinin, aynı cümleyi yeniden söylemek zorunda olduğunu düşünmemesi.
Han, duygularından emin mi değil mi bilemeyiz. Fakat bir şeyden emin, o da aralarındaki ilişkinin normal bir arkadaşlıktan daha sıcak, daha büyük bir şey olduğu. Leia’nın kendisine söylediği cümleyi geri söylemesine gerek olmadığını biliyor, bu konuda bir suçluluk da hissetmeyecek zira aralarındaki o güzel ilişki ikisine de bu güveni vermiş bile çoktan. İlk izlediğimde Han’ın “Seni seviyorum” cümlesini, bu cümlenin ağırlığı altında kalmayacağı bir zamanda söylemek için sakladığını hissetmiştim. O an değil, İmparatorluk askerleri tarafından sürüklenirken değil.
Bu yüzden verdiği cevap çok hoşuma gidiyor. “Biliyorum,” diyor. Bu kadar. Sadece bildiğini söylüyor. Ona, onu sevdiğini söylemek zorunda değil. Korkmuyor. Çünkü birbirlerine güveniyorlar. Birbirlerini seviyorlar, elle tutulur bir his bu- Lakin belli ki tek bir cümleye indirgenecek kadar basit olmadığını ikisi de gerçekten biliyor. Leia, Han’ın cevabına kırılmıyor. O da bu ilişkinin, bu sevginin apayrı olduğunu hissediyor. Biliyor.
İşte böyle. Star Wars trenine epey geciktiğimi düşünüyor olsam da filmlerin bende çok derin şeyler hissettirdiklerini size bir nebze olsun anlatabilmişimdir diye umut ediyorum. Bu seri, benim için, gerçekten büyülü. Siz ne düşünüyorsunuz merak ediyorum.
Sizin en sevdiğiniz Star Wars anları ne? Benim düşüncelerime katılıyor musunuz yoksa sizce abartıyor muyum? Ne dersiniz?
Güç sizinle olsun!