Merhaba yuvarlak masanın yıldızsız şövalyeleri! Yazıma Arthur efsanelerini ne kadar sevdiğimi söyleyerek başlamak istiyorum. Taştan çekilen kılıçla, büyücü Merlin‘le (ve pek tabii ondan esinlenen diğer büyücülerle), Camelot‘la ve Yuvarlak Masa‘nın cesur şövalyeleri ile büyüdüm. Daha doğrusu bu efsanelerin uyarlamaları ile. Excalibur isimli kılıç benim hayal gücümün merkezlerinden biri oldu. Sırf bundan dolayı ana konusunu büyülü kılıçların oluşturduğu hikayeler yazarken buldum kendimi. Pek tabii mitlerin kendisiyle büyüme gibi bir durumum da olmadı. Meşhur Merlin dizisi ya da bir sezonda bitiveren Camelot gibi uyarlamaları çocukluğumdan hatırlıyorum. Sean Connery‘nin oynadığı First Knight, Clive Owen ve Keira Knightley‘nin oynadığı King Arthur gibi filmleri izledim. Şu an hatırlayamadığım çok fazla filmde ve kitapta Kral Arthur üzerine göndermeler gördüm. Seven Deadly Sins, Code Geass gibi animelerdeki Kral Arthur içeriklerini dikkatle takip ettim. Hatta Fate serisinde Lancelot’u Berserker olarak yansıtmaları ve yansıtma şekilleri aşırı hoşuma gitmişti. Özetle, bu efsane hayatımda ister istemez büyük bir yer kaplıyordu. Bu yüzden The Green Knight benim için önemli bir film olacaktı.
Arthur efsanelerini ne kadar sevdiğimi anlatabildiğimi umuyorum. Yine de mitlerin orijinallerindeki edebi hallerine o kadar hakim olmadığımı belirterek yazıya devam edeceğim. Yani vizyona girmeden evvel The Green Knight‘ın esinlenildiği Sir Gawain and the Green Knight isimli destanı okumamıştım. Fragmanı fazlasıyla heyecan vericiydi ve çok mızmızlanan olsa da Dev Patel sevdiğim bir oyuncuydu. Ayrıca bu gözler Arthur’un kadına dönüştürülmesini görüp sindirdikten sonra Dev Patel‘in alışkın olduğumuz İngiliz şövalyelerine benzemiyor oluşu beni rahatsız etmedi. Elbette bunda oyuncuya ve yapımcıya duyulan bir güven de vardı. A24 filmlerinden iyi bir oyunculuk beklemek zaten yanlış olmaz.
Bu yazıda The Green Knight hakkında spoiler vermeden evvel sizi uyaracağım ancak öncesinde filmi sizin için mahvetmeden biraz incelemek istiyorum.

Yukarıda belirttiğim sebeplerden ötürü filmin özüne ne kadar sadık kaldığıyla alakalı yorum ve eleştirileri edebiyatçılara bırakıyorum. Ben ister istemez buraya o kadar kötü Arthur efsanesi uyarlamalarının ardından, nihayet harika bir yapım bulmuş bir Arthur düşkünü olarak geldim. Charlie Hunnam‘ın Arthur’u oynadığı ve Guy Ritchie‘nin yönettiği Legend of the Sword filmini burada kenara ayırıyorum elbette. O filmi beğenmiştim.
The Green Knight içimdeki sinefili uyandıracak kadar etkileyici bir yapım oldu benim için. Film harika bir sekans ile açılıyor ve Yuvarlak Masa toplantısına büyük bir keyifle ve hayranlıkla bakarken buluyorsunuz kendinizi. Arthur, adı geçmese de, gördüğümüz en iyi Arthurlardan biri olmuş ve filmin ambiyansı sizi adını anmadan Camelot’a kadar götürmeyi başarıyor. Sir Gawain’in yolculuğunu destansı bir halden oldukça uzakta işliyor. Hikayenin bir destan olduğunun oldukça farkındasınız film boyunca. Akıl almaz şeyler oluyor, mesela Devlerle karşılaşıyor Sir Gawain (burada yeterince Attack on Titan esprisi yapıldığı konusunda size garanti verebilirim) ve neredeyse Yüzüklerin Efendisi’ndeki Entlerin arasından fırlamışa benzer bir şövalyeyle oynadığı oyunu tamamlamaya gidiyor. Yine de bu destan, salt bir görüntü ile ve etkileyici ama basit bir dille size yansıtılmış. Görkemli efektlerden ziyade güçlü semboller ve sahnelerin sahip olduğu aydınlatma ile gösterilmiş.
Film zaten A24 yapımı olduğundan çekimler, ambiyans ve geri kalan konularda daha fazla övmek niyetinde değilim. Gözüme batan tek bir kusur olmadı bu konularda. Burada niye müzik böyle, niye bu açıdan almışlar, hiçbir şey anlaşılmıyor bu seslerden gibi şeyler düşünmedim.
Ortalar biraz daha durgundu. Özellikle başı beni o kadar sarhoş etmişti ki, ortasına gelince daha fazlasını isteyen bir evcil hayvana dönüştüm. Yolculuk hikayeleri konusundaki kotamı pek çok “Kahramanın Yolculuğu” hikayesiyle doldurmuş olsam da The Green Knight başka hikayelere yaptığı göndermeler ile de beni benden aldı ve normalde yollarda sıkılsam da bu filmdeki yolculuktan büyük keyif aldım.
Sonu ise, bu filmi son zamanlarda izlediğim en iyi şey yapmaya yetti. Uyarlama becerisi, çekim kalitesi, renkleri, müzikleri, oyunculuğu, sinematografisi ve tam bir Arthur efsanesi olması sebebiyle letterboxd’da çok az bastığım beş yıldızı hiç düşünmeden basabileceğim bir film halini alması da hiç zor olmadı.
Gelelim şimdi SPOILER vereceğim kısma ve bu film hakkındaki görüşlerime.

Bakın ben gizemli hikayeler anlatarak beni merak ettiren filmleri çok severim. Film açılış kısmında bunu çok iyi beceriyor. Gawain’in annesinin Morgan La Fey olduğuyla alakalı bir tahminde bulunmuştum, bu filmde açıklanmamış olsa da bana öyle hissettirdi. Acaba bu Morgan mı? Büyüyü kralı öldürmek için mi yapıyor? Kaos mu çıkacak şehirde? Neler oluyor Camelot’ta? Kim Mordred’i savundu? Ben savunmadım!
The Green Knight gelene kadar anlatacak hiçbir şeyi olmayan Sir Gawain’in ortaya çıkışına değinmeden önce yeşil dostumuzun geliş sahnesinin beni ne kadar etkilediğini anlatmadan geçemem. Miti de bilmediğim için gelecek olanın The Green Knight olduğunu hemen anlayamadım. İster istemez büyük bir merakla bekledim büyücülerin yaptıklarının sonuçlarını ve yanan mektubun küllerinin nereye ulaşacağını. Uzun zaman sonra da, pek çok film ve dizi öğüttükten sonra, tatmin oldum. Gelen şey gerçekten beklemeye değerdi ve beklediğim hissi verdi. Etkileyici bir atın üstünde, gizemli ve açıkça bu dünyadan olmayan bir şövalye.
Devamı ise daha da güzeldi. Benim gibi şiirsel anlatıları ve verilen sözlere, edilen yeminlere dayalı meydan okumaları çok seven biri içinse tarifsiz bir güzellik vardı ortada. Oynattığım FRP oyunlarının beyaz perdeye aktarılmasını izliyor gibiydim. Hayal gücümdeki tohumların yeşermesini seyrettim.

Arthur efsanelerinin benim için en önemli kısmı Excalibur’dur açık konuşmak gerekirse. Guy Ritchie’nin filmini de biraz o yüzden sevmiştim. Sonunda birileri şu kılıca vermesi gereken önemi veriyordu. Bu filmde Excalibur taştan çekilmedi ya da devasa yaratıkları kesmedi, herhangi efsanevi bir şey de yapmadı ancak bana onun Kral Arthur’un taştan çektiği, Gölün Hanımı’nın verdiği o kılıç olduğunu çok iyi anlattı.
“Bir kılıca ihtiyacı olduğunu” söyleyen Sir Gawain’e kralı yetişti. Excalibur’un el değiştirmesini izlediğimiz sahne özenle çekilmiş ya da ben kılıçları çok sevdiğim için bana öyle gelmişti. Bana kalırsa orada kılıcı taştan çekip Camelot’un kralı olacak çocuğun hikayesinin resmen bittiğini ve artık yeni destanların sonraki nesle devredildiğini yansıtıyor. Arthur, artık sıra sende Gawain, diyor ve bunu da pek tabii Excalibur ile yapıyor. Kılıcın o andan sonra Gawain’de kalıp kalmaması önemli değil. O an ona devredilmiş koskoca bir meşaleyi andırması yetiyor benim için.
Yine sevdiğim bir nokta da “kurnazların cezalandırılması” durumu aslında. Bunu tam nasıl anlatsam bilemiyorum ama Sir Gawain işin kolayına kaçarak sorunu kökünden halletmeye kalktı. Bu tarz kurnazlıklar ve gelin hatta buna terimi biraz günümüze çekerek “zekice buglar” diyelim, bana kalırsa olayların, verilen sözlerin, yeminlerin ağırlığını boşa çıkarıyor. Kabul edilen anlaşmalar, büyülü bir evren olduğu için, gerçekten yapılıyor aslında. Söz, ağızdan bir kere çıkıyor. Kimi hikayelerde bunlar “zekice kurnazlıklar” olarak görülüyor ve takdir ediliyor. Mitler böyle işlemiyor ama. Bu filmin bunu hatırlamış olması beni fazlasıyla mutlu etmişti. Büyülü evrenlerde, ağızdan çıkan yeminler ve yapılan anlaşmalar oldukça önemlidir. Bu sadece onur meselesi de değildir. Anlaşmalar, yeminler bağlayıcıdır. Söz vermek değerlidir, çünkü bir karşılığı vardır. Sir Gawain de tam olarak dediğimi yapıyor aslında, darbe ona geri iade edilemesin diye kökünü kesmeye kalkıyor sorunun. Yani orada ölümsüz olan The Green Knight değil. Normalde onu öldürürseniz ölecek belki ama orada oyunu oynamaya söz veren iki taraf olduğu için The Green Knight ölmüyor ve Sir Gawain seneye Yeşil Şapel’e gitmek zorunda kalıyor. Filmin bu mitolojik dokuyu bir arada tutması ve işlemesi aşırı hoşuma gitmişti.
Ayrıca The Green Knight’ın savaşmayarak kılıcını yere bırakması ve boynunu öne doğru uzatması da epey etkileyiciydi. Miti o sırada bilmeyen biri olarak Gawain’in de aynı şekilde karşılık vermesi gerektiğini düşündüm ve ister istemez öyle bir karşılık bekledim. Olayın dövüş ve düello ile değil de The Green Knight’ın buram buram gizem ve chivalry kokan hareketine Gawain’in verdiği tepki üzerinden kurulması aşırı hoşuma gitti.

Filmi tamamen size anlatmak niyetinde değilim. Arada olan kaçırılma ve başsız kadın olayları da ilginçti ve Sir Gawain, The Lady ile garip fanteziler yaşayarak kendini ölümsüz bırakacak yeşil kuşağı geri almayı başardı. Oradaki gözü bağlı kadının neyi çağrıştırması gerektiğini anlamasam da yarattığı gizem ve “odadaki fil” gibi orada durduğu halde asla tanıtılmaması, konuşmaması ve sonda Gawain’i kutsaması gibi şeyler oldukça “garip”ti. Biraz surreal bile geldi. Filmin dokusuna feci iyi oturduğu için bu açıkta kalan gizemden şikayet etmesem de ve “büyük ihtimalle Morgan bu” diyerek geçiştirsem de başka ilginç bir nokta daha var.
Gawain’in yurdunda sık sık birlikte olduğu Essel isimli fahişe ve hayalinde de çocuğunu doğuran kadın ile The Lady‘nin aynı oyuncu tarafından oynanmış olması. Film neticede Logar ve Arif Işık‘ın Cem Yılmaz tarafından oynanması gibi bir durum içermiyor, bu bir komedi filminden çok uzakta. Bu casting bilerek ve bir mesaj vermek için yapılmış. Gawain mi o kadını Essel olarak hayal etti, benzerlikler gördü yoksa annesinin yaptığı büyülerden dolayı mı öyle oldu? Yoksa o koca kısım Gawain’in cesaret sınavına vurulmuş bir darbe miydi?
Epikten farklı olarak buradaki The Lord karakteri yeşil savaşçımız olarak ortaya çıkmıyor ve film çok daha farklı –bana kalırsa da daha iyi– bir sonla final veriyor. Eskinin mitlerinin çoğunda, kişisel zevkimi doyurmayan ve tatmin etmeyen sonlarla karşılaşıyorum. Bu filmin başarısını da eski mitlere bu kadar sadakatle yaklaşarak onu günümüz perspektifinde daha iyi bir sona sokarak beyaz perdeye aktarmasında görüyorum. En iyi tabirle antik bir hikayeyi modern çizgiler ve ne kadar subjektif olsa da daha iyi olduğunu düşündüğüm bir sonla taçlandırmışlar.

Arthur efsanelerinin özünde olması gerektiğini düşündüğüm şeyler de burada: Kılıçtan bahsettim. Arthur tam bir Arthur’du, sadece yaşlıydı her şeyden farklı olarak. Halkıyla ve krallığıyla gurur duyuyordu, seviliyordu. Büyülü dünyanın mitolojik detayları başarıyla aktarılmıştı. Hikaye ise koca bir bütündü. Hiçbir replik, hiçbir sahne filmin dışında değildi ve her karesinde bize bir şeyler anlatmaya çalışıyormuş hissine kapıldım.
Yavaş yavaş yazımı bitirirken başlıkta da değindiğim konuya giriyorum şimdi. Hikayenin en başarılı kısmına, yani sonuna. Mitolojide anlaşma ve karşılıklı verilen sözlerin öneminden bahsettim. Asıl hile yine burada. Gawain yeşil kuşağı kullanarak başının kesilmesinden kurtulacak ve ülkesine dönerek kral olacak. En sonunda krallığı parçalanacak ve kendisi de hak ettiği gibi, başını kaybederek ölecek. Önce Essel’i satacak, sonra güzeller güzeli bir kraliçe ile evlenecek ancak o kraliçe de en son anlarda terk edecek onu. Arthur’un hayalini kurduğu Avalon, Gawain’in başı gibi, yerlerde sürüklenecek. Bu hayal sekansı feci derecede etkileyiciydi ve filmin büyüsüne kapıldığımdan hayal olduğunu fark etmedim. Bu yüzden hayal olduğunu anlayınca hem Gawain’in anlaşmaya olan sadakatini takdir ettim hem de sinematik açıdan haz aldığım için yönetmenlere ve oyunculara içimden teşekkür ettim.
The Green Knight, bir şekilde annesi ile yaptığı anlaşma dolayısıyla Gawain’i sınıyordu ve o yeşil kuşağı bırakması da bu sınavının geçildiğini gösteriyordu. En azından benim çıkarımım böyle. Bu defa Morgan La Fey kötü değil de, oğlunu krallığa layık bir şövalye yapmaya çalışan bir anne gibi hissettirdi. Filmin iyi yaptığı şeylerden biri de bu zaten: Sizin karar vermenizi istiyor bazı şeylere.

“Off with your head.”
The Green Knight
Buradaki kelime oyununa bayıldım. Yazının başlığı da buradan geliyor zaten. Hikayenin dokusuyla, epiğin anlatmak istediği baş kesme öyküsüyle ve Gawain’in başı omuzlarının üstünde orayı terk edebilmesiyle bağlantılı ve hikayenin bittiğini bu kadar iyi sembolize edebilirler miydi, bilemiyorum ve bunu başarabilmelerini şaşkınlıkla izledim. Normalde açıkta kalan ve açıklanmayan şeyler sinirimi bozar ve bazı yerleri anlamsız bulduysam bu konu hakkında mızmızlanırım ancak bu replik filme o kadar iyi bir nokta koydu ki öncesinde ne yiyip ne yemediğimi çoktan unuttum.
Görsel açıdan Dev sahneleri şahane olsa da, Gawain’in yanında gezen tilkinin amacını tam olarak algılayabilmiş değilim. Mitin orijinalindeki gibi The Lady ile neden öpüşmediğini ve boşalma sahnesinin neye yaradığını da öyle. Bazı noktalar garip hissettirdi ama bu gariplikler negatif şekilde değil de, tatlı bir merak konusu olarak döndü bana. “Plot hole” değil, “bana bırakılmış yorum” olarak gördüm onları.
Sonuç olarak The Green Knight, baştan sona birbiriyle sıkı sıkıya bağlı, kaliteli bir Arthur efsanesi anlattı. Önceki çoğu uyarlama gibi tatsız ya da yetersiz bir uğraşıdan ziyade gerçekten iyi bir film izlemiş olarak ayrıldım sinemadan. Yuvarlak Masa’ya güzel bir şekilde oturtmayı başarmışlardı izleyiciyi. Elbette işlenişi ağır ve kılıç dövüşlerini seven insanlar için sıkıcı gelebilecek bir film olsa da, mitolojileri seven ve “sanat filmleri” izlemeye sabrı olanların bayılacağını düşündüğüm bir film var karşımızda.