Mae govannen yıldızsızlar! Derin bir soluk alarak ve “Önce Eru vardı. Tek Olan.” sözleriyle yazımıza başlayalım diye düşünüyorum. Birlikte uzun zaman boyunca Tolkien konusunda konuşacağız diye umut ediyorum. Bu sebeple sizleri de benimle birlikte Arda’nın gizleri arasında dolaştırmayı umut ediyorum. Bu ilk Tolkien yazımız olduğundan, hangi elfin isminin ne anlama geldiği ya da elf çiftleri arasında hangisinin yemeği, hangisinin lembası yaptığı gibi detaylar yerine genel bir şeylerden bahsetmek istiyorum. J.R.R Tolkien’in eserlerinden genel olarak bahseden pek çok yazı bulabileceğinize eminim ancak ileride benim Tolkien yazılarımı okumadan önce bu devasa evren hakkında neler hissettiğimi, düşündüğümü aktarmam gerek.
Tolkien’in fantastik edebiyat yazarları ve bizim üzerimizde bıraktığı etkiler, izler üzerinden konuşmak istiyorum bugün sizlerle. Yazarımız Tolkien’in aldığı ilhamlardan değil, hayır. Onun için büyük ve kapsamlı bir yazı yazacağımız kuşkusuz ancak bugün izlediğimiz neredeyse tüm fantastik eserin bağrında yatan Yüzük ve Mücevher sevdasından bahsetmek istiyorum.

Öncelikle başa gelelim: Bu evrene ne diye hitap edeceğiz?
Orta Dünya ismi çokça kullanılıyor, isabetli sayılır. Yüzüklerin Efendisi ya da Lord of the Rings deniyor. Malum filmlerin evrenin temeli gibi görülmesinden kaynaklı bu da. Basitçe Tolkien de denebiliyor evrenden bahsederken, bunu ben de kullanıyorum arada. Bazen LotR gibi kısaltmalara da başvuruyoruz orada burada arkadaşlarımıza hareretle bir şeyler anlatırken. Dünyanın ismi Arda olduğundan, bunun da kullanıldığına şahit oldum. İşin doğrusu Tolkien’s Legendarium ismi bana daha uygun geliyor. Bu yazıda da ileriki yazılarda da evrenden genel olarak bahsederken Tolkien’s Legendarium ya da daha kısa olsun diye Legendarium kullanacağız. Çevirisi Tolkien’in Efsanesi gibi sıkıcı bulduğum bir şeye dönüştüğünden, bu şekilde bırakmak daha uygun geldi, eğer kulağınızı tırmalıyorsa lütfen söyleyin.
Legendarium çok eski zamanlardan beri kaleme alınıyor aslında. Tolkien, Gondolin’in Düşüşü hikayesini daha Birinci Dünya Savaşı sırasında hastalık iznine çıkarken yazdığından bahsediyor.[1] Yıl henüz 1917’yken. Bu kadar eski bir hikayeden bahsediyoruz yani. Çok uzun süreler düşünülmüş, tasarlanmış ve yayınlanma kısmında da ciddi sorunlar çekmiş bir hikaye. Tolkien ne kadar zorluk çektiğini anlatıyor mektuplarında uzun uzun. Hatta Silmarillion’ı koca bir bütün olarak yayınlayabilmek istediğini de anlatıyor ancak en sonunda Yüzüklerin Efendisi’ni tek başına yayınlamak zorunda kalıyor.
Bu onun gerçekten çok sevdiği bir hikaye. Oğlu; Beren & Lúthien, Húrin’in Çocukları ve Gondolin’in Düşüşü hikayelerini, üç büyük öykü olarak görüyor ve yakın zamanda çıkan Gondolin’in Düşüşü ile üçü de ayrı birer kitap olarak tüm versiyonlarıyla elimizde bulunuyor. İlk hikaye, aslında Tolkien’in ve eşi Edith’in yaşadıklarına benziyor. Tolkien için bu kadar değerli bir evrenden bahsediyoruz.
Hal böyle olunca, yazarı da evrenini bu kadar sevince, ortaya çıkan muazzam işin edebi dünyaya olan etkilerini zaten biliyorsunuz. Bir de bizim için ne anlama geliyor, ona bakalım.

Elimizde koskoca bir külliyat var. Tek bir kişinin elinden çıkması için çok büyük duran bir evren. İçine sizi öyle bir çekiyor ki, kendinizi Sayısız Gözyaşı Savaşı‘nda düşen Húrin ‘in “Gün yeniden doğacak!” feryatlarına veya “Elveda ey iki kez sevdiğim!” diye Túrin’e seslenen Niënor için ağlarken buluyorsunuz. Ortada, oluşturulmuş iki büyük elf lehçesi var ve gerçekten bir dil gibi oturup bunu öğrenebiliyorsunuz. Her ismin evrenin içinde bir anlamı var (örn. Fëanor = Ateşin Tini, Aragorn = Saygıdeğer Kral anlamına geliyor). Yaradılışından sonuna kadar merak ettiren bir evren.
Yüzüklerin Efendisi izlediğinizde size daha fazlası var gibi hissettiriyor. Üçlemeyi alıp okuduğunuzda çok açık bir şekilde büyük bir evrenin varlığına çekiliyorsunuz, en sonunda Silmarillion’ı elinize alıp okuduğunuzda ve evet külliyatı buldum, diye düşündüğünüzde bile ciddi manada fazlası olduğunu hissediyorsunuz. On İki Cilt denen eserler bir şekilde karşınıza çıkıyor ve akademik eser okumaktan sıkılmıyorsanız onlardan da merakınızı giderecek kadar okuyorsunuz. Bu aşamalara kaç kişi geldi bilmiyorum. Şahsen öğrenmeye başladığım evrenleri tüketene kadar rahat duramadığım için Legendarium’u öğrenme işine epey bir vakit harcadığımı söyleyebilirim. Belki de nasıl hikayeler sevdiğime bile Legendarium sayesinde karar vermiş olabilirim: Tam bir bütün halinde ele alabileceğimiz hikayeler.
Tolkien’s Legendarium baştan sonra koca bir bütün. Eru Ilúvatar’dan başlayarak koca bir anlatı, Gollum ve Samwise Gamgee gibi küçük varlıklara gelene kadar ilmek ilmek örülüyor. Tarihin en başlarından beri de işlenen bir temaya sahip temelde: Işık ve Karanlığın Savaşı. İyiyle Kötünün Savaşı.

Bu temayı sıkıcı bulanlar, artık yeter diyenler ya da benzer tepkiler gösterenler olduğunu biliyorum aranızda. Klişe olarak bile değerlendiriyor olabilirsiniz. Çok alışılagelmiş bir şey işliyor Tolkien aslında. Kötülüğü dünyaya getiren, temeli dinlerdeki şeytan olgusuna benzeyen karanlık bir varlık oluyor. Aslında diğer her şeyin özü iyi iken kötülüğün sorumlusu, bu karanlık varlık.
İş bu kadar basit değil elbette. Tolkien’in anlatıları büyük bir dünyanın sagası aslında. Destanları, mitleri. Yazılan kitaplar evrenin içinde varlar. Quenta Silmarillion mesela Pengolodh adındaki bir elf tarafından yazılıyor. Akallabêth diye anılan kısım Gondor’un meşhur kralına ait: Elendil‘e. Hatırlarsınız belki Aragorn sık sık adını bağırırdı. Hobbit’i Bilbo Baggins, Yüzüklerin Efendisi’ni ise Frodo Baggins kaleme alıyor.
Bu dünyanın içine çekilmemek gerçekten çok zor.
Finrod insanları ilk bulduğunda çaldığı arptan; Húrin’in yetmiş kere “Aurë entuluva!” diye bağırarak esir düşmesinden; Boromir’in yedi dereden, geniş boz bulanık sulardan geçişini görmekten; Rohan’ın Pelennor Çayırları’nda büyücülüğe ya da savaşa kulak asmadan, ölümün gölgelerinin çok yukarısında, gökyüzünde şafakla gelen sabahı karşılayan borularından pek çoğunuzun da benim kadar etkilendiğine eminim.
Legendarium ilk okuduğunuz ya da izlediğiniz fantastik eser olmayabilir ama öyle ya da böyle çoğumuz için ilk olma özelliği taşıyor. İnanın benim de ilk okuduğum ya da izlediğim şey değil ama biriciğim olduğu kesin. Neredeyse çıkan her eser Tolkien’s Legendarium ile karşılaştırılıyor, nereden baksanız büyük ejderhalı ya da fantastik bir eser varsa hemen bir şekilde Tolkien’in adı geçiyor. Buz ve Ateşin Şarkısı’nın yazarı George R. R. Martin’e “Amerika’nın Tolkien’i” gibi unvanlar yakıştırılmıştı mesela.
Sonradan çıkan fantastik eserleri bir inceleyelim birlikte. Tolkien bulmuş olmasa da pek çok temanın feci canlı bir şekilde günümüzde hala işlenmeye devam ettiği takdirinizdir. Koskoca külliyatlar oluşturuldu. İçinde aydınlığın ve karanlığın savaşını, büyük kahramanların yolculuklarını barındırdılar. Eskiden orman cinlerinden fazlası olmayan elfleri büyük savaşçılar, yüce büyücüler olarak görmeye başladık. Dungeons & Dragons gibi fantastik oyun/seriler derin bir şekilde Tolkien’le bağ kuruyor ve zaten D&D 5th Edition isimli oyunun Player’s Handbook’unun arka sayfalarında ilham alınan eserler arasında pek tabii Tolkien’in kitaplarını da gösteriliyor.

Hayalgücü denilen şey her şeyden önemlidir.
Tolkien’in fantastik dünyada bıraktığı izler, günümüzdeki hikayeleri besleyen en temel şey. Fantastik kurgu kaleme alıp Tolkien’den esinlenmedim diyebilecek kimsecikler yoktur. Warcraft’ından Game of Thrones’una, Kralkatili’nden Harry Potter’ına her şeyi Tolkien’in yaktığı o ilk ilham kıvılcımına borçluyuz aslında. Bu yüzden bu kadar değerlidir Tolkien’s Legendarium. Onlarca yazara daha güzel işler çıkarabilmeleri için ilham vermektedir. Hayal gücümüzü zorlar ve şahsen ne kadar ilham aldığımı ifade bile edemeyecek kadar çok etkilenmişimdir Tolkien’den.
Hayal gücü ve ondan gelen üretim çok değerlidir. En güzel ateşleri yakan bu ilk kıvılcımın değerini de o yüzden bilmek gerekir. Boromir’in ağıdını dinlerken düşen yaşlardan her biri değerlidir bu açıdan. Hangilerinin nasıl bir sanat eserine dönüşebileceğini kim bilebilir ki? Küçük insanların büyük düşmana karşı zaferinden çok daha büyüğüdür Tolkien’s Legendarium.
Tanrılara edilen isyanlar dizisidir bir yandan. Tolkien sıkı bir Katolik inancına sahip. Buna rağmen tanrısal güçlere yapılan isyanlar ciddi bir tema olarak dikkatimi çekmiştir hep. Önce Melkor isyan eder Eru’ya ve kral ilan edilen Manwë’ye. Sonradan Fëanor başkaldırır Valar’a ve Ñoldor’u sürükler peşinden silmarilleri geri almaya. Numenor’un kralları Valar’a dahi isyan ederler ve Eru tarafından dümdüz edilirler. Aslına bakarsanız Üçüncü Çağ’ın hikayesi de komple karanlık bir tanrıya başkaldırı gibidir. Devamında pek çok hikayede bunu görebilirsiniz. Elbette bu her şeyi Tolkien başlattı manasına gelmiyor. Yine de günümüze bu kadar parlak ve güçlü ulaşan bu temaları Tolkien’e borçlu olduğumuzu söylemek bana pek de abartı gelmiyor.
Bundan sonraki yazımız tahminen en sevdiğim karakter olan Maedhros üzerine olacak. İleriki yazılarımızda dümdüz bilgiler vermek niyetinde değiliz. Bir okuyucu olarak Tolkien’in üzerimizdeki etkilerini de sizlerle paylaşmak istiyoruz desek yeri. Aurë entuluva yıldızsızlar! Diğer yazılarda görüşmek üzere. Okumak isteyenler için Maedhros yazısını da tam buraya bırakıyorum!
[1] Gondolin’in Düşüşü, s.25