Yağmur yağmazsa olmazdı, değil mi?
Taş sokakların arasından esen rüzgâra ve yağmura yıldızların sakin ezgisi ve hüzünlü bir şarkı eşlik ediyordu. Hiç kavuşamadıkları güneşin hikayesini anlatıyorlardı sanki. Yağmur damlalarını umursamayan bir adam, şapkasından süzülen sulardan ve şiddetle etrafını saran fırtınadan görebildiği kadarıyla yıldızlara bakmaya çalıştı. Hava bulutluydu. O hareket ettikçe evlerin ışığı kapanıyordu. Lambalar ve fenerler sönüyor, mumlara nazik ama aceleci şekilde üfleniyordu. Adam, perdelerin kapandığını görüyordu ve kapılara çekilen sürgülerin sesini işitiyordu.
Özellikle gece yarısı çanından sonra varmıştı şehre. Birkaç han dışında hiçbir yerin açık olmayacağını, insanların çoktan huzurlu uykularına yatacağını düşünmüştü. Oysa herkes ayaktaydı ve tüm evlerden fenerlerin ya da mumların ışığı geliyordu. O yüzden surdaki bekçiler adamı görünce kasabalılara seslenmiş ve onları uyarmıştı.
Uyarmasına gerek mi vardı?
Yıldızların hüzünlü şarkısı güçlenirken yürümeye devam etti adam. Yolu kasabanın meydanına giderken taştan evlerin sokak aralarına kaçan kedileri, sincapları ve çocukları seçti gözleri. Bir iki tanesi ağlamaya başlamıştı bile. Bunlar adamın alışık olduğu tepkilerdi. O yüzden ikinciye dönüp bakmadı bile. Çocukların ondan korkması kadar doğal bir şey yoktu.
İnsanlar beni görmeyi sevmiyor.
Yavaş yavaş her yer sesini ve ışığını kaybediyordu. Önünde koca bir yaşam geceyle soluk alırken arkasında çürük rüzgarlar kol geziyordu. Her adımında daha çok nefret ediyordu kendinden. Her adımı ona ne olduğunu daha çok hatırlatıyordu. Her yağmur damlası onunla bir gerçeği paylaşıyordu.
“Katil.” diye bir ses adeta düşüncelerine cevap verir gibi usulca yükseldi. Yağmur damlalarının ulaşamadığı verandasında oturan yaşlı bir kadın herkesin aksine içeri girmek ya da korkmak yerine doğrudan gözünün içine bakmıştı.
Adam durmadı. Yaşlıların bir kısmı onun gibi olurdu genelde. Daha cesur.
Neticede bana daha yakınlar.
“Katil olan ben değilim.” Sesi puslu bir rüzgâr gibi çıkmıştı. Derinden ve güçlüydü. “Sadece aradığım biri var.”
“Çek git buradan, sana ihtiyacımız yok!” diye bağırdı kadın. Yerinden fırlamak istiyordu ama bacağındaki sargılara bakılırsa bunu yapacak gücü yoktu.
“Zamanı gelince herkesin bana ihtiyacı olur.”
Sessizlik çöktü sonrasında. Cesur yaşlı kadın bile başını öne eğdi. Yağmur damlalarıyla gizlenen gözyaşlarını adam hissetmişti. Hıçkırıkları duyuyordu. Rüzgârın peşindeki ağıtı da dinliyordu. Asla dinlemekten vazgeçmezdi. O ağıdı asla unutmaz ve kulak ardı etmezdi.
Meydana geldiğinde koca bir kasabanın yarısını kararttığını fark etti. Işıklar söndükçe gökyüzündeki bulutların kasvetli havası daha çok yayılıyordu şehre. Yerde hafifçe sis biriktiğini fark etti adam. Yağmur sesinden başka bir ses duyamayıncaya kadar yürüdü. Artık o varmadan kapanıyordu ışıklar ileride. Onu yağmur damlalarıyla, sessizlikle ve kendisiyle daha çok yalnız bırakıyorlardı.
Işıkların kapanmadığı tek bir ev vardı. Kasabanın nispeten yıkılmış ve iyi bakılmayan bir kısmında, kenar mahalle denilebilecek yerde. İşte buradakiler adamdan kaçmasa da yanabilecek pek bir ışık yoktu zaten. Çevredeki insanların evlerindeki ışık da gözlerindeki fer de hep sönüp yok olmuştu. Adamın gelişiyle hiçbir ilgisi yoktu.
Sokakta pek çok başıbozuk insan geziniyordu. Kimi bir grup halinde olsa da hepsi yalnızdı aslında. Sanki birinin gelip onları almasını beklermişçesine. Üzerlerindeki kırmızı benekleri adam seçebiliyordu. Ciltlerindeki çürüğü, ruhlarından gelen paslanmış yaşamın kokusunu ve gözlerindeki karanlığı… Feri iyice kaybolan gözlerden ilkine doğru gitti ve elini uzattı. Eli tutan kadın kalktı ayağa ve peşi sıra adamın arkasında yürümeye başladı.
Adam sonra diğerine gitti. Ona da elini uzattı. Tuttu bitap düşmüş adam ve deminki yorgun halinden eser kalmamış gibi yürümeye başladı ardından. Hepsi sanki bir şarkının peşinden gidiyormuş gibi salınıyorlardı adamın arkasında. Yürümelerinde bir gariplik olmasa da kuş gibi hafiflerdi sanki. Üzerlerinden bir yük kalkmıştı. Gözlerinin feri geri gelmişti.
Tek tek benekli insanların elini tuttu adam. Her biri geçti arkasına, fırtınanın peşine takılan kar taneleri misali. Yağmur altında, güçlü rüzgâra rağmen umarsızca yürümeye devam ettiler. Yağmur damlaları onlara çarpmamak için çaba sarf ediyordu. Karanlığa düşen suyun bir anlamı yoktu. Karanlıkta ne olduğunu kimseler bilmez, kimseler derinlerine bakmaya cesaret edemezdi.
Oralarda bir yerlerde küçük bir meydan gördü. Yaşlıca bir adam, dünyadaki en hüzünlü darağaçlarından birinin önünde durmuş, başını kaldırmış bir şekilde asılı olan bir şekli izliyordu. Kasaba karanlıklara gömülse de anlardı adam ağlayan birini. Hüznü ve kederi duyardı hep kalbi, tutulan yaslar hep tutunurdu ruhundaki parçalara ve asla terk etmezdi onu.

Yaşlı adama doğru yürüdü. Yaşlı adam onu fark edince eğdi başını ve dönerek baktı. Yüzünde bir gülümseme belirdi. Yağmur damlaları arasında kaybolan gözyaşları öylesine kederliydi ki, sırf bu keder için mezarlıklar kurulur, yaşam dolu periler kendi mezarlarını kazarlardı. Bir daha da bakmazlardı artlarına böylesine dökülen gözyaşları için.
“Küçücük kızı asmışlar.” dedi darağacını göstererek. “Görüyor musun?”
Bu adamın işi değildi ama evet anlamında başını salladı. Elini uzatan da o oldu. “Gerçekten yoruldum. Kötülüklerden, masumiyetin ezilişinden ve iyi niyetin yanıp gidişinden. Ne zaman kaybettik içimizdeki ışığı?” Beneklerinin üstünden geçen gözyaşları sanki kızıl bir ölüm gibi hafifçe parlıyordu çok az gelen ışıkla. “Yaşamın değerini ne zaman unuttuk?”
“Ne zaman diğerinin olan şeyleri arzulamaya başladınız o zaman.” dedi adam. “Bir kardeş ne zaman bir babanın sevgisini kıskandı o zaman.” Başını iki yana salladı. “Elinizde olan şeylerin akıl almaz derecede ötesini istediniz. Yaktınız, yıktınız, yediniz, yoldunuz, yok ettiniz. Gözyaşlarını umursamadınız hiçbirinin. Rızasını almadınız kimsenin.”
“Üzerime yağan yağmura yemin olsun ki ben artık huzur istiyorum sadece.”
Adam, ihtiyarın uzattığı eli tuttu. Sonra diğerlerine doğru dönüp gitmeye başladılar. Tek tek herkesi dolaştı.
Etraftaki herkesi arkasına alan adam bir evin önüne geldi. Burada ışığa dair tek şey bu evdeydi. Mumlar yanmış, benekli insanlardan oluşan bir yumak, kenarda oturmuş elindeki lavtayı çalan birinin müziğine eşlik ederek dans ediyorlardı.
“Yarınlar yokmuş gibi eğlenmek.” diyerek kendi kendine fısıldadı adam. “Henüz birkaç yarınları olsa da güzel bir görüntü.”
O sırada gözüne çarptı kenardaki küçük bir kız çocuğu. Kumral saçları beline kadar uzamıştı. Kalabalığın içine girip çıkıyor, sık sık birilerinin dikkatini çekmeye çalışıyordu. Pes etmeyen bir yürek gibi oradan orada sıçrıyordu. Hepsinin gözlerinin içine bakmaya çalışıyordu.
Nafile.
İnsanlar ona orada değilmiş gibi davranıyorlardı. Danslarına devam ediyorlar ve gerçekten yarınlar yokmuşçasına eğleniyorlardı. Kız her defasında kendini göstermeye çalıştı. Adam istifini bozmadan izledi. Kız pes edene kadar bekledi orada. Yıldızların gözükmeye başladığı ana kadar çabaladı kız. Saatlerce oradan oraya koşturdu. İnsanlar artık yorulup oturduklarında pes etti. Evin en kenarında yere çöküverdi üzgün bir suratla.
Onun suratında benekler yoktu.
Adamın arkasında yürüyen insanların da öyle.
Yıldızların parıltısı kasabaya ışık denen güzelliği hatırlatmak için vardığında önce karanlıkla savaşmaya başladı, sonra da hatırlamak istemeyenler için bir kabusa dönüştü. Camlardan, aynalardan ve sulardan yansıyanları görmek her kalp ve ruh için tehlikeliydi. Yağmurda yürüyen adam için de öyle.
Baktığı camdan yansıyordu kendine. Eti çürümüş dökülmüştü. Göz yuvaları boştu. Saçları yoktu. Üzerindeki kapkara kıyafet hiç, bir zamanlar giydiği renkli pelerinler gibi değildi. Başındaki kara şapka tuhaftı. Sırtında asılı tırpan yıldız ışığını dehşetengiz bir edayla parlatıyordu etrafına. Yıldızların laneti üstünde dolaşıyordu. Ölümün aidiyeti ismini ele geçirmişti. O, Ölüm’ün basit bir hizmetkarından fazlası değildi. Yaşam’ın basit bir bekçisinden fazlası değildi.
Kendi yansıyınca yıldızların bulutlar arasındaki ışığından, evin içine de yansıdı görüntüsü. Ev ahalisi korkuyla oldukları yerlere pustu. Birbirlerine sarıldılar ya da ağlamaya başladılar.
Yaşam bekçisi tıklattı kapıyı. “Zamanı gelen biri var içeride.”
“Çek git buradan! Kimsenin zamanı gelmedi daha!” diye seslendi cesaret bulmaya çalıştığı halde sesi titreyen biri.
“Geldi.” diye ilan etti yaşam bekçisi. “Artık yaşamı sonlanan küçük bir kız.”
“Kız mı?” Kısa süreli bir sessizlik oldu. Yaşam bekçisi hepsinin şaşkınlıklarını buradan anlayabiliyordu. Çok geçmeden cevap aynı kişiden geldi: “O şeytanın kızıydı! Kurban ettik! Artık hastalık gidecek, hepimiz iyileşeceğiz ve kurtulacağız!”
Cehalet! düşünceleri geçerken şimşekler çaktı yaşam bekçisinin gözlerinde. Bir parmağını doğrulttu kapıya. Kapı sanki emir almış ya da güçlü bir rüzgâr esmiş gibi savrularak açıldı. Adamın arkasındakiler sessiz kalarak hareket etmediler ve yaşam bekçisi yağmur damlalarının arasından sıyrılarak içeri girdi.
Küçücük bir kızı şeytanın kızı diye asmışlardı. Onlarca kötülüğün ve çirkinliğin ortasında en çok bundan nefret ediyordu işte. Cahillikten. Biraz farklı olan herkesin düşman görülmesinden.
Verandasında oturan teyzenin, sırtında uzunca bir tırpan taşıyan kara pelerinli yürüyen bir kemik yığını görünce katil, diye seslenmesi doğaldı. İnsanların bir yaşam bekçisinden korkup kaçmaları normaldi. Kim ölüm geldiğinde korkmazdı ki?
Bu ise başka bir şeydi. Bu dünyanın ortasında bir şeylerin güzel olmasına katlanamamakla ilgiliydi. Tuhaflıklardaki güzelliği fark edemeyenlerin, kendi kalplerindeki çirkin arzuları dışa vuruş şekliydi. Cahilliğin ördüğü duvarlardaki en tehlikeli silahtı.
“Sizi birkaç gün erken almamda bir sakınca olacağını sanmıyorum.” diyerek elini uzattı hepsine tek tek. Hepsi uzatılan eli tutmak zorundaydı. “Siz onun rızasını almadınız, ben de sizinkini almıyorum.” İnsanlar yavaş yavaş evden çıktılar. Sadece kız kaldı geride. Olayları izlese de kendisini gelen yaşam bekçisinin de fark etmeyeceğini düşünüyordu.
Bekçi yaklaştı yavaşça ve diz çöktü önünde. Doğrudan gözlerine baktı.

“Beni görüyor musun?”
“Geç kaldığım için üzgünüm.” dedi bekçi hüzünle. Kalın ve güçlü sesi nasıl olduysa merhametin ve yasın tınılarıyla doluydu.
“Ben öldüm mü?”
Başını aşağı yukarı salladı bekçi. Elinden hiçbir şey gelmeyen çaresiz biri gibi duruyordu.
“En son anne ve babamın beni bağladıklarını ve kasabaya götürdüklerini hatırlıyorum.” dedi kız, bazı harfleri ve kelimeleri doğru düzgün söyleyemiyordu. “Ben sadece sol elimi kullanıyordum ve… ve… ve… kafam çok sorularla doluydu ve hep onları soruyordum. Yaşlı, cübbeli amcalar çok bilgili duruyorlardı, mesela onlara gidip soruyordum bunlar neden böyle. Tanrı öyle yaratmış diyorlardı hep, bense neden deyip duruyordum ve bana kızıyorlardı. Sonra kızmalar ağırlaşmaya başladı, en son sustum hep.” O kadar hızlı ve masumca konuşmuştu ki, bekçi ağlayabilse o an ağlardı.
“Bana soru sorma dediler, biat et dediler, sol elini kullanma dediler.” Hıçkırmaya başladı. “Sonra… benekler çıktı. Herkes ölmeye başladı. Hepimizi kasabanın bu tarafına attılar. Ben, şey, okumayı da severim bize yasak olsa da yaşlı bir amca vardı seneler önce o öğretmişti bana gizli gizli. Okuduğum şeylerden birinde yazıyordu bu hastalık doğuda da görülmüş işte en azından ağrıların azalması için yapılabilecek şeyleri görmüştüm. Yaşlı amca da oradan gelmiş hatta çocuğunu kaybetmişti bundan.”
Ruhun üzerinde hala bir çocuğun merhameti vardı.
Kahretsin! Artık hep çocuk olarak kalacaktı.
“Sonra beni kitabı karıştırırken buldular. Beni suçladılar. Annemle babam beni bağladı. Kasaba meydanına götürdüler. Bir şeyler anlattılar, şeytanlar falan. Herkes bana bakıyordu.” Yüzündeki dehşet ifadesi yaşam bekçisini daha da çok sinirlendirdi.
“Sonra bir ip geçirdiler boynuma.” Kız anı tekrar yaşıyor gibiydi. “Altımda bir sandalye vardı. Sonra… sonra… yaşlı cübbeli amcalardan biri…” Duraksadı. “Çirkin bir şey söyledi şeytanla ilgili. Benim ismim oymuş gibi sanki. Hayır benim adım Lizzy… Benim adım Lizzy… Ben Lizzy’im sadece, inan bana; şeytanla falan hiç işim yok.”
Yaşam bekçisi o an tüm insanlığı yok etmenin hayallerine düşmüştü bile. Kıza elini uzattı. “Gel benimle Elizabeth. Seni daha iyi bir yere götüreceğim. Tanışmanı istediğim biri var.”
Kız tuttu elini. Yağan yağmur şahitlik ederken tüm olan bitene, yürüdüler kasabanın sonuna doğru. En sonunda ağaçların sıklaştığı bir yere girdiler ve yürümeye devam ettiler. Sık ağaçların arasında hayvanlar kaçışıyor, ağaçlar korkakça hareket etmiyordu sadece. Onlar senelerin bilgeliğine sahiplerdi.
Ölüm onlar için zaman geldi dediyse, kaçış olmayacağını bilirlerdi. Ölümü eski bir dost gibi kabullenirlerdi. İnsanlığın yaşamdan sonraki ilk dostuydu neticede ölüm. Hiçbir şeyleri kalmadığında onları kucaklayan tek şey. Yok olmalarını engelleyen tek şey.
En sonunda hâkim ve ağaçtan çıplak bir tepeye geldiler. Yağmur durmuştu. Orada, bir kayanın üstünde oturan bir şekil vardı. Siyahlar içindeydi ama kemikten bir torba gibi değildi. Güzeldi. Işıklar ve karanlığın ikisi birden tarafından kuşatılmıştı etrafı. Uzun kızıl saçlarındaki parıltı her şeyiyle tezattı. Bembeyaz ve yaşam dolu gibi duran bedeni ismiyle tersti.
Ölümün merhametli kraliçesi kendisine getirilen ruhları almaya gelmişti.
“Yedi tane fazla.” Sesi tatlı bir ninni söyleyen bir anneden farklı değildi. Rahatlatıcıydı, yumuşaktı ve sevgi doluydu.
“Onları kendim seçtim.” Yaşam bekçisi dik dursa da saygıyla çıktı sesi.
“Hangi hakla?” Sesinde yargı ya da öfke yoktu. Kızıl gözlerinde bir hareketlenme olmamıştı, aynı yumuşak bakış duruyordu yüzünde.
“İnisiyatif aldım. Cehalet içerisinde bir kız öldürmüşler şeytanın kızı diyerek. Zaten hastalardı, kokunuz sinmişti üzerlerine, birkaç gün erken almakta bir sakınca görmedim.”
“Kızın intikamını aldın yani?” Kraliçe artık gülmese de kaşları üzgün olduğunu ifade ediyordu.
“Cehaletin bedelini birkaç gün erken ödemelerini istedim.”
“Bu bana ruh topladığın süreyi uzatır.” dedi kraliçe hüzünle.
“Ödeyeceğim bedelin bilincindeydim efendim.”
“Sevdiğin kadını kurtarmak için gecikeceksin.” Kraliçe ayağa kalkıp ölülere ve hizmetkarına doğru yürüdü. Tüm doğa nefesini tutup onun yürüyüşünü izledi. Tüm bulutlar ve yıldızlar her hareketini büyük bir saygıyla takip etti.
“Anlayacaktır beni. Onun ruhunu kurtarmaya ant içtim.”
“Biliyorum tatlı Ephirus. Biliyorum.” Kraliçe onun yüzünü okşadı ve şefkatle baktı ona. Sonradan ölüleri tek tek gezerek hepsinin ruhunu topladı ve çok geçmeden oradan hep birlikte uzaklaştılar. Adam ise geride kaldı.
İlerlemeye başladı. Dinlenecek vakti yoktu ve daha toplanacak çok ruhu vardı. Tekrar yağmur yağmaya başladı. Onun kederi için yağdığını tahmin etti bu sefer. Onun kalbi kadar keder ve özlem içerisinde olan yoktu dünyada.
Ruhları toplayan, ruhsuz bir adamdan fazlası değildi.
Bu insanlığın hak ettiğinden çok bile fazlasıydı.
–
Daha fazla öykü için Atölye kategorimize göz atabilirsiniz.